"Kesinlikle kariyerimin sonuna geldim, bütün yeteneğimi kaybettim galiba... Hayatımın geri kalanını bilgisayarın ekranındaki tertemiz 'word 07' sayfasına bakarak geçireceğim.."
'Kiraz' temalı başyapıtlarından sonra tarzını değiştirme kararı alan ve bu konuda çevresinden de destek gören Mikushi, yazarlık hayatına devam edebilmek için yeni bir word sayfası açmıştı. Yaklaşık iki yıldır aynı boş sayfanın karşında oturduktan sonra yeteneğinin onu terk ettiğine inanmaya başlamış ve aklının bir köşesinde "Acaba başka ne iş yapabilirim?" fikri dolaşmaya başlamıştı.
Geriye dönüp baktığında hayatının birçok yarım kalmış hikayeden oluştuğunu görmesi, yaşadıklarının umduklarından çok uzak olması duygularını kontrol edememesine neden oluyor ve hayatını yönlendirme konusunda zorlanıyordu.
Yeni bir kitap yazabilmek için girip çıkmadığı ortam, gezip dolaşmadığı yer kalmamıştı. Son olarak soluğu Hong Kong'da almıştı. Değişik ortamların ona yaratıcı fikirler getireceğini umarak gelip Panda Otel'in 804 numaralı odasına yerleşmişti. Ama yine hiçbir şey umduğu gibi gitmemiş üç ayını geçirdiği bu oda ona yeni fikirler vermemişti.
Mikushi'nin yakaran sesine dayanamayan Chill bir pazar gecesi 804 numaralı kapının önünde bulmuştu kendini. İki gündür Hong Kong'u altüst edip yeni hikayeler keşfetmeye çalışıyorlardı. Ama dün gece yeni bir hikaye kendiliğinden önlerine düşmüştü. Scare'ın her şeyi bir kenara bırakıp Hyun Bin'le evleniyor olmasından ve son birkaç yıldır yaşadıklarından daha orjinal bir hikaye olamazdı.
"Bugün 21 Nisan 2015, Çarşamba...
Yazacağım hikayenin her kelimesinin sorumluğunu alıyorum, kendimi kurtarmak için en yakın arkadaşlarımdan birinin özel hayatını kamuya açıyorum."
Miku, Chill'in kendine uzattığı kağıdı tekrar okudu;
-Bu ne be?
-İmzala bunu.
-Niye imzalıyormuşum. Ayrıca kamuya açıyorum ne demek hah? (Mikushi)
-Beğenmediysen düzeltiver. İmzalaman lazım, bunu Scare'a göndericem, bu kitap yazılırken senin yanında olduğumu öğrenirse kendimi kurtarmak için buna ihtiyacım olacak. (Chill)
-Abartma ya... Sevinir bile belki, hayatı roman oluyor işte. (Mikushi)
-Ben bilmem, sevineceği ihtimaline gerçekten inanıyorsan imzala şunu. (Chill)
Mikushi kağıdı alıp masaya koydu, elindeki kalemi tam kağıda dokundurmuşken durdu;
-Sevinmez mi diyorsun? (Mikushi)
-Sevinmekle ilgili bir cümle kurmak istemiyorum, tek söyleyebileceğim; mezar taşına ne yazalım? (Chill)
-Şeydeki, Dol'daki gibi olsun işte, biliyorsun, yapmıştın daha önce.. (Mikushi)
-Hala dalga geçebildiğine göre ölmeye kararlısın (Chill)
-Kararlı değilim, tecrübeliyim.. (Mikushi)
Chill ağzını açmak üzereyken çalan telefonla yerinden kalkan Mikushi, Chill'e sakin ol dercesine elini salladı;
-Scarrrr, nasılsın? Düğün hazırlıkları nasıl gidiyor? (Mikushi)
-Bu pazara oranın en iyi otelini ayarla! (Scare)
-Nerenin? Niye? (Mikushi)
-Mezuniyet töreni yapıcaz, sence niye olabilir? (Scare)
-Düğünü burada mı yapacaksınız? (Mikushi)
-Sonra şaşırırsın vaktim yok, kapatıyorum. (Scare)
Mikushi bir elindeki telefona, bir de iki gündür yemeden içmeden, uyumadan hatta tuvalete bile gitmeden yazdığı romanının taslağına baktı;
-Buraya mı geliyormuş? (Chill)
-Chill, yardım et! (Mikushi)
-Ne oldu be, niye öyle bakıyorsun bilgisayara? (Chill)
-Galiba sıradaki Kira benim! (Mikushi)
-Mikushi hasta etme de söyle Scare ne dedi? (Chill)
-Benim dün gece yazdığım şeyleri söyledi, aynısını söyledi. (Mikushi)
-Düğünü burada yapacaklarmış yani? (Chill)
-Tırstım lan! (Mikushi)
-Onu farkettim zaten ama korkma sen Kira olamazsın, muhtemelen Scare şinigamidir (Chill)
-Evet bu daha muhtemel.. (Mikushi)
Gülerek son verdikleri sohbetlerinden sonra hızla Scare'ın verdiği görevi yerine getirmek için dışarı çıktılar, bütün ayarlamaları bitirdikten sonra odaya döndüler. Mikushi heyecanla romanına başlarken Chill tepesinde düğünde ne giyeceklerine dair uzun bir brif veriyordu. Nihayet sabah olduğunda ikisi de hiç uyumamıştı. Mikushi yaklaşık elli sayfa kadar ilerlemişti ve yazmaya devam ediyordu. O sırada, yazdıklarını okuyan Chill, Scare ve Yamapi'nin anlatıldığı bir sahnede bilgisayarın ekranını kapattı;
-Ne oluyo be, en heyecanlı yerindeydim.. (Mikushi)
-Yerinde olsam o sevişme sahnesini yazmazdım, onunla uğraşacağına kitabın adını düşündün mü? (Chill)
-Düşündüm, "Doyamadım Kirazıma" nasıl?
-Kirazlı bir şey yazmayacağına söz vermiştin..
-Şaka yapıyorum, daha adını düşünmedim, şu sahneyi tamamlayım düşünürüm. (Mikushi)
Ertesi gün Scare ve Hyun Bin'i karşılamak üzere hava alanına gittiler, ikisini alıp yemeğe gittiklerinde oldukça eğleniyorlardı. Scare her ne kadar JunKi'nin şok evliliğinin sinirini atamasa da hayatına yeni bir başlangıç yapmanın keyfini sürüyordu. Chill Kore'den Türkiye'ye döndüğünde yaşadığı bunalımlı günlerini atlatmanın ve yine arkadaşlarıyla beraber olmanın keyfini çıkarıyordu. Mikushi... Mikushi de mutlu görünüyordu ama garip bir şeyler var gibiydi, dakikalardır gözlerini ayırmadan Hyun Bin'e bakıyordu. Çoğu zaman konuşulanları duymuyor, kahkahalara eşlik etmek yerine Hyun Bin'le başka sohbetlere dalıyordu. Kimsenin hatta Mikushi'nin bile farketmediği tuhaf bir şeyler oluyor gibiydi.
Otele döndüklerinde çoktan gece yarısı olmuştu, Scare ve Chill bütün gün alışveriş yapmanın getirdiği yoğun ağırlıkla Scare'ın odasına çekilmişler, sohbet ederek uyumaya karar vermişlerdi. Mikushi ise otelin barında bir şeyler içmek isteyen Hyun Bin'i yalnız bırakmamıştı. Kızlara "Siz gidin ben bir saate gelirim yanınıza" demişti. Kızlar beraberce Scare'ın odasında kalmaya karar vermişlerdi, çünkü orası çok daha geniş bir odaydı. Hyun ise 804 numaralı odada kalacaktı.
Bara geçen Mikushi ve Hyun barmenin ısrarıyla "special to love" adlı karışımla sohbete başlamışlardı. Anlatıyor, gülüyor, bazen de hüzünleniyorlardı. Aralarında yükselen ateş ise artık gayet net farkediliyordu. Mikushi'nin yaşadığı duygunun adı her ise oldukça güçlü görünüyor ve kendini Hyun'un çekim alanından çıkarmayı başaramıyordu. Dahası Hyun'un gittikçe samimileşen tavırları onu daha yoğun duygulara itiyordu.
Birkaç saat sonra ikisi de tamamen sarhoş olmuştu ve ikisinin de gözlerinin içi parlıyordu. Ayık kalmaya çalışan birkaç beyin hücresinin "Bu işin sonu çok kötü bitecek Mikushi!!" diye haykırışlarını sadece uğultu olarak duyuyor, "zaten Scare bu herife aşık değildi" diye cevap veriyordu.
Saat çoktan gecenin üçü olmuştu, barda sadece iki kişi vardı; bir kadın ve bir adam. Birkaç saniye sonra tutkuyla öpüşen bu kadın ve bu adam, son olarak 804 numaralı odanın kapısında görüldü.
Saplantı
4 Haziran 2011 Cumartesi
Saplantı VI
Karanlık ve yağmurlu bir cuma gecesi, insanlar yağmurdan kaçmak için koşarak sağa sola dağılıyorlardı. Binanın ışıkları yerlerde biriken yağmur sularına vuruyor ve yağmur suları, kimsenin fark etmediği, üzerine basarak dağıttığı inanılmaz renklere dönüşüyordu. Nehrin karanlığa boğulmasını engelleyen köprü ışıkları da geceye meydan okurcasına yansıdığı nehirde büyüyerek dağılıyordu.
Köprünün tırabzanlarına yaslanan genç kadın, yağmura aldırmadan gözlerini karanlık gökyüzüne dikmiş, saçlarından önce kayalıklara sonra nehre damlayan yağmur damlalarının sesini dinliyordu. Kısık gözleri oldukça bitkin görünmesine rağmen keskin bakışları simsiyah bulutları delip geçiyor gibiydi.
Hızla akan köprü trafiğinde yavaşlayıp kadının hemen arkasında duran siyah bir arabanın ışığı kadını aydınlattı. Gri bir atlet üzerinde siyah uzun bir hırka ve altına giydiği siyah eşofmanıyla tamamen ıslanmış olan kadın, bakışlarını nehre doğru indirdi.
Arabadan inen otuz yaşlarında, siyah takım elbiseli adam elindeki şemsiyeyi açarak kadına doğru yürüdü. Kadının yanına geldiğinde bir eliyle şemsiyeyi tutarken diğer eliyle, ıslanmaması için, kadını kendine doğru çekti. Kadın hiç tepki vermeden hatta adamın yüzüne bakmadan derin bir nefes aldı;
-Nerden bildin burada olduğumu?
-Bilmiyorum telefonunu açmayınca kendimi burada buldum. (Hyun Bin)
-Ben de yağmur başlayınca kendimi burada buldum.
-Daha ne kadar böyle devam edeceğiz? (Hyun Bin)
-Bilmiyorum, ne yapmalıyız?
Kadın son sözünü söylerken adamın gözlerine bakıyordu. Hyun Bin elindeki şemsiyeyi atıp kadının omuzlarından tuttu ve onu kendine doğru çevirdi. Gözlerinin içine bakarak ellerini sıkıca kavradı;
-Evlenelim! (Hyun Bin)
Kadın hiçbir şey söyleyemeden şaşkınlıkla adama bakıyordu. Hyun Bin onu kendine doğru çekip sıkıca sarıldı;
-Evlenelim, hemen.. (Hyun Bin)
Yağmur iyice yavaşlamış ve yağmur damlalarının sesi yerini hafifçe esen rüzgarın uğultusuna bırakmıştı. Balkon kapısını yavaşça açıp kendini yağmurdan sonra gelen serin rüzgara bıraktı. Hem az önce tamamen ıslanmış olmasının hem de havanın iyice serinlemiş olmasının etkisiyle titreyen dudakları bir şeyler mırıldanıyordu; "Evlenelim, hemen.."
Evlenmeyi daha önce hiç düşünmediği belli oluyordu ama Hyun Bin'e hemen "Hayır" diyememişti. Nedenini kendi de anlamıyordu ama Hyun Bin'de onu rahatlatan bir şeyler vardı. Yamashita öldükten sonra Japonya'da yaşadığı bunalımlı günler hatta aylardan sonra kendini zorlayarak Kore'ye gelmişti. Seul tamamen boşalmış gibiydi, tanıdığı sevdiği hiç kimse hiçbir şey kalmamıştı. Anıları vardı sadece, dört yıl önce bu şehirde yaşadıkları vardı. Tam da o dönemde Hyun Bin'le karşılaşmış ve biraz huzur bulabilmişti.
Hyun Bin, dört yıl önce arkadaşlarıyla Kore'ye ilk adım attığında tanıdığı ve konuşabildiği ilk kişiydi. Ve dört yıl sonra önceki gelişinden tamamen farklı bir ruh haliyle Kore'ye tekrar döndüğünde yine karşılaşıp konuştuğu ilk kişi olmuştu. Yaklaşık yedi aydır oldukça sık görüşüyorlardı. Hyun Bin'in içten gülümsemesi onu rahatlatıyor, hatta bazen bütün yaşadıklarını unutturuyordu. Ama onun Kore'ye geldiğinden beri hayal ettiği tek şey kendini toparlayınca Junki'nin karşısına çıkmaktı, önceki olaylar hiç olmamış gibi, Kore'ye yeni gelmiş gibi, hayallerindeki gibi olacaktı her şey. Onu ayakta tutup her geçen gün daha iyi hissedebilmesinin tek nedeni buydu. Bu bomboş ve yabancı şehre katlanabilmesinin tek nedeni buydu.
Junki'yle tanışıklığı da kitabın promosyonları sırasında olmuştu. Geçen hafta Junki'ye mail atmış ve onunla yakında görüşmek istediğini söylemişti. Çok kısa bir süre sonra Junki'den cevap gelmiş ve ne zaman isterse görüşebileceklerini söylemişti. Bir haftadır bu haberin sevinciyle planlar yapıyordu.
Elinde iki bardakla balkona gelen Hyun Bin, bardaklardan birini Scare'a uzattı. Bardağı almak için ona doğru dönen Scare yine o gülümsemeyle karşılaştı;
-Bana cevap vermeyecek misin? (Hyun Bin)
-Sence cevabım ne olacak? (Scarecrow)
-Vereceğin cevabı mı vermeni istediğim cevabı mı soruyorsun? (Hyun Bin)
-Sence ikisi farklı mı? (Scarecrow)
-Evet. (Hyun Bin)
Scare Hyun Bin'e dönerek gülümsedi, elindeki kahveyi arkasındaki masaya bırakıp Hyun Bin'in elini tuttu;
-Yanılmıyorum değil mi? (Hyun Bin)
-Yanılmıyorsun. Evlenmek hayatımda olmasını istediğim şeylerden biri değil. (Scarecrow)
Kahvelerini bitirip içeri girdiler, Hyun evine gitmek üzere vedalaşıp çıktı. Scare kapıyı kapatıp, ısrarla çalan telefonunu açtı;
-Scare duydun mu? (Mikushi)
-Ne oldu, neyi duydum mu? (Scarecrow)
-Junki... (Mikushi)
-Bir şey mi olmuş? (Scarecrow)
-Yok bir şey olmamış, yani aslında olmuş da... (Mikushi)
-Kızım hasta etmesine insanı ne olmuş söyle (Scarecrow)
-Evlenmiş... (Mikushi)
-Neee? Ne zaman? Nerde? Kiminle? Yuh sen ordan nasıl duydun da ben duymadım? (Scarecrow)
-Bugün evlenmiş, Seul'de tabi ki, ben duyarım her ne kadar yazar gibi görünsem de aslında gazeteciyim. (Mikushi)
-Kiminle sorusunu geçiştirdin mi bana mı öyle geliyor? (Scarecrow)
-Geçiştirdim.. (Mikushi)
-Söyle.. (Scarecrow)
-Buna hazır olduğunu sanmıyorum (Mikushi)
-Hemen söyle ya da intihar et (Scarecrow)
-Dur Chill'e veriyorum o söylesin, ben yapamıycımmm (Mikushi)
-Scare nasılsın, Hyun nasıl? (Churchillll)
-Hala bekliyorum.. (Scarecrow)
-HyoRi.. Lee HyoRi (Churchillll)
diyip telefonu kapatan Chill, korkudan telefonu Miku'nun eline tutuşturdu.
Aldığı haberle resmen sarsılan Scare, telefonu elinden düşürdü. Elini uzatıp koltuğa tutunarak oturdu. Öfkeden deliye dönmüştü, hemen bilgisayarını açıp, maalesef, haberi doğruladı. Karşısında açılan sayısız resimde Junki'nin elini tuttuğu beyaz gelinlikli kişi Hyori'ydi.
Delirmiş gibi bütün gece odasında dolaşıp durdu, kendini aldatılmış, kandırılmış, bir kenara atılmış hissediyordu. Oturup üzülüp ağlamak yerine belki de karakteri gereği sadece öfke hissediyordu. Bu öfkenin büyük nedeni muhtemelen evlenince soyadı bile değişmemiş olan Lee Hyori'ydi.
Sabah olduğunda Scare saatlerdir baktığı tavandan nihayet gözlerini ayırıp ayağa kalktı. Telefonunu alıp Hyun'u aradı;
-Fikrimi değiştirdim teklifini kabul ediyorum. (Scarecrow)
Köprünün tırabzanlarına yaslanan genç kadın, yağmura aldırmadan gözlerini karanlık gökyüzüne dikmiş, saçlarından önce kayalıklara sonra nehre damlayan yağmur damlalarının sesini dinliyordu. Kısık gözleri oldukça bitkin görünmesine rağmen keskin bakışları simsiyah bulutları delip geçiyor gibiydi.
Hızla akan köprü trafiğinde yavaşlayıp kadının hemen arkasında duran siyah bir arabanın ışığı kadını aydınlattı. Gri bir atlet üzerinde siyah uzun bir hırka ve altına giydiği siyah eşofmanıyla tamamen ıslanmış olan kadın, bakışlarını nehre doğru indirdi.
Arabadan inen otuz yaşlarında, siyah takım elbiseli adam elindeki şemsiyeyi açarak kadına doğru yürüdü. Kadının yanına geldiğinde bir eliyle şemsiyeyi tutarken diğer eliyle, ıslanmaması için, kadını kendine doğru çekti. Kadın hiç tepki vermeden hatta adamın yüzüne bakmadan derin bir nefes aldı;
-Nerden bildin burada olduğumu?
-Bilmiyorum telefonunu açmayınca kendimi burada buldum. (Hyun Bin)
-Ben de yağmur başlayınca kendimi burada buldum.
-Daha ne kadar böyle devam edeceğiz? (Hyun Bin)
-Bilmiyorum, ne yapmalıyız?
Kadın son sözünü söylerken adamın gözlerine bakıyordu. Hyun Bin elindeki şemsiyeyi atıp kadının omuzlarından tuttu ve onu kendine doğru çevirdi. Gözlerinin içine bakarak ellerini sıkıca kavradı;
-Evlenelim! (Hyun Bin)
Kadın hiçbir şey söyleyemeden şaşkınlıkla adama bakıyordu. Hyun Bin onu kendine doğru çekip sıkıca sarıldı;
-Evlenelim, hemen.. (Hyun Bin)
Yağmur iyice yavaşlamış ve yağmur damlalarının sesi yerini hafifçe esen rüzgarın uğultusuna bırakmıştı. Balkon kapısını yavaşça açıp kendini yağmurdan sonra gelen serin rüzgara bıraktı. Hem az önce tamamen ıslanmış olmasının hem de havanın iyice serinlemiş olmasının etkisiyle titreyen dudakları bir şeyler mırıldanıyordu; "Evlenelim, hemen.."
Evlenmeyi daha önce hiç düşünmediği belli oluyordu ama Hyun Bin'e hemen "Hayır" diyememişti. Nedenini kendi de anlamıyordu ama Hyun Bin'de onu rahatlatan bir şeyler vardı. Yamashita öldükten sonra Japonya'da yaşadığı bunalımlı günler hatta aylardan sonra kendini zorlayarak Kore'ye gelmişti. Seul tamamen boşalmış gibiydi, tanıdığı sevdiği hiç kimse hiçbir şey kalmamıştı. Anıları vardı sadece, dört yıl önce bu şehirde yaşadıkları vardı. Tam da o dönemde Hyun Bin'le karşılaşmış ve biraz huzur bulabilmişti.
Hyun Bin, dört yıl önce arkadaşlarıyla Kore'ye ilk adım attığında tanıdığı ve konuşabildiği ilk kişiydi. Ve dört yıl sonra önceki gelişinden tamamen farklı bir ruh haliyle Kore'ye tekrar döndüğünde yine karşılaşıp konuştuğu ilk kişi olmuştu. Yaklaşık yedi aydır oldukça sık görüşüyorlardı. Hyun Bin'in içten gülümsemesi onu rahatlatıyor, hatta bazen bütün yaşadıklarını unutturuyordu. Ama onun Kore'ye geldiğinden beri hayal ettiği tek şey kendini toparlayınca Junki'nin karşısına çıkmaktı, önceki olaylar hiç olmamış gibi, Kore'ye yeni gelmiş gibi, hayallerindeki gibi olacaktı her şey. Onu ayakta tutup her geçen gün daha iyi hissedebilmesinin tek nedeni buydu. Bu bomboş ve yabancı şehre katlanabilmesinin tek nedeni buydu.
Junki'yle tanışıklığı da kitabın promosyonları sırasında olmuştu. Geçen hafta Junki'ye mail atmış ve onunla yakında görüşmek istediğini söylemişti. Çok kısa bir süre sonra Junki'den cevap gelmiş ve ne zaman isterse görüşebileceklerini söylemişti. Bir haftadır bu haberin sevinciyle planlar yapıyordu.
Elinde iki bardakla balkona gelen Hyun Bin, bardaklardan birini Scare'a uzattı. Bardağı almak için ona doğru dönen Scare yine o gülümsemeyle karşılaştı;
-Bana cevap vermeyecek misin? (Hyun Bin)
-Sence cevabım ne olacak? (Scarecrow)
-Vereceğin cevabı mı vermeni istediğim cevabı mı soruyorsun? (Hyun Bin)
-Sence ikisi farklı mı? (Scarecrow)
-Evet. (Hyun Bin)
Scare Hyun Bin'e dönerek gülümsedi, elindeki kahveyi arkasındaki masaya bırakıp Hyun Bin'in elini tuttu;
-Yanılmıyorum değil mi? (Hyun Bin)
-Yanılmıyorsun. Evlenmek hayatımda olmasını istediğim şeylerden biri değil. (Scarecrow)
Kahvelerini bitirip içeri girdiler, Hyun evine gitmek üzere vedalaşıp çıktı. Scare kapıyı kapatıp, ısrarla çalan telefonunu açtı;
-Scare duydun mu? (Mikushi)
-Ne oldu, neyi duydum mu? (Scarecrow)
-Junki... (Mikushi)
-Bir şey mi olmuş? (Scarecrow)
-Yok bir şey olmamış, yani aslında olmuş da... (Mikushi)
-Kızım hasta etmesine insanı ne olmuş söyle (Scarecrow)
-Evlenmiş... (Mikushi)
-Neee? Ne zaman? Nerde? Kiminle? Yuh sen ordan nasıl duydun da ben duymadım? (Scarecrow)
-Bugün evlenmiş, Seul'de tabi ki, ben duyarım her ne kadar yazar gibi görünsem de aslında gazeteciyim. (Mikushi)
-Kiminle sorusunu geçiştirdin mi bana mı öyle geliyor? (Scarecrow)
-Geçiştirdim.. (Mikushi)
-Söyle.. (Scarecrow)
-Buna hazır olduğunu sanmıyorum (Mikushi)
-Hemen söyle ya da intihar et (Scarecrow)
-Dur Chill'e veriyorum o söylesin, ben yapamıycımmm (Mikushi)
-Scare nasılsın, Hyun nasıl? (Churchillll)
-Hala bekliyorum.. (Scarecrow)
-HyoRi.. Lee HyoRi (Churchillll)
diyip telefonu kapatan Chill, korkudan telefonu Miku'nun eline tutuşturdu.
Aldığı haberle resmen sarsılan Scare, telefonu elinden düşürdü. Elini uzatıp koltuğa tutunarak oturdu. Öfkeden deliye dönmüştü, hemen bilgisayarını açıp, maalesef, haberi doğruladı. Karşısında açılan sayısız resimde Junki'nin elini tuttuğu beyaz gelinlikli kişi Hyori'ydi.
Delirmiş gibi bütün gece odasında dolaşıp durdu, kendini aldatılmış, kandırılmış, bir kenara atılmış hissediyordu. Oturup üzülüp ağlamak yerine belki de karakteri gereği sadece öfke hissediyordu. Bu öfkenin büyük nedeni muhtemelen evlenince soyadı bile değişmemiş olan Lee Hyori'ydi.
Sabah olduğunda Scare saatlerdir baktığı tavandan nihayet gözlerini ayırıp ayağa kalktı. Telefonunu alıp Hyun'u aradı;
-Fikrimi değiştirdim teklifini kabul ediyorum. (Scarecrow)
Saplantı V
"Sana anlatamadığım için üzgünüm ama bir süredir bitirmeyi düşünüyordum, üstüne bir de bu sorun ortaya çıkınca daha fazla uzatmanın anlamı yok diye düşündüm. Umarım bundan sonraki hayatın umduğun gibi geçer."
"Umduğun gibi..."diye söylenip kağıdı bulduğu yere, ceketin cebine, tekrar koydu. Hiç bir şaşkınlık ya da kızgınlık ifadesi yoktu yüzünde. Alıştığı bir durum sayılabilirdi, sekiz yıllık evliliğinde bunun gibi sayısız durumla karşılaşmıştı ve hiç birinde konuyu uzatmamış, bilmiyormuş gibi davranmaya devam etmişti. Sebebi ne kocasına aşık olması ne de altı yaşındaki kızının geleceğini düşünmesiydi. Sebebi yoktu!
Ona öğretilen, gösterilen hayat tarzı buydu ve bunu değiştirecek kadar idealist değildi. Yaşamak sadece yaşamaksa o da zaten yaşıyordu. Her şey olması gerektiği gibi ilerliyordu, bir ailesi, bir evi, bir işi vardı, başka neye ihtiyacı olabilirdi ki?
Düşüncelerinden sıyrılıp mutfağa doğru ilerledi, akşam yemeği için hazırladığı tavukları fırın tepsisine dizdi, suihankiye yıkadığı pirinçleri koydu.
Salona geçip pencereden dışarı bakarak kocası ve kızının gelişini beklerken bir yandan da tv nin yükselen sesiyle haberlere kulak veriyordu. Oldukça ilgisini çeken bir haberle tv ye doğru döndü; ".... her şeye rağmen kariyerine yazarak devam eden Mikushi Kuto'nun yeni kitabı "Kiraz Yedim" kitapçılarda yerini alırken şimdiden önceki kitaplarından daha fazla ses getireceğe benziyor..."
Haberi dikkatle dinleyip kafasını ahşap kitaplığının orta rafına çevirdi ve aynı yazara ait olan "Kiraz Ağacı", "Kiraz Mevsimi", "Bahar Kirazı" ve "Kiraz Çiçeği" adlı kitaplara göz gezdirdi. Yazarın kitaplarını severek okuduğu belliydi.
Mutfağa doğru yöneldiği sırada duyduğu araba sesiyle kapıya yürüdü, kapıyı açıp gülümseyen bir yüzle kendine doğru koşan Chie'yi ve arabayı kitleyen Yoko'yu gördü.
Yoko'yla lisede tanışmışlardı ve yaklaşık dört yıl flört dönemi yaşadıktan sonra evlenmişlerdi. Sekiz yıl mutlu ve huzurlu süren aşk evlilikleriyle şekil değiştirmişti, bitmemişti ama yabanileşmişti. Yoko -neyin eksikliğini hissederek bilinmez- birçok ilişki yaşayarak onu aldatmış, her seferinde ilişki bittiğinde ağlayarak itiraf etmiş ve onu ne kadar çok sevdiğini anlatmıştı. Yoko onun için bir kocadan daha çok, çok sevdiği bir arkadaşı olmuştu her zaman. Belki de Yoko'yu iten sebep buydu, bu yüzden ne zaman kocası bir ilişkiye başlasa gözlerinden değil nefes alışından bile bunu anlayabiliyordu. Ama hiç bir zaman bu durumu yüzüne vurmamıştı.
İşte yine aynı yüz ifadesi, muhtemelen bu gece bir itiraf seansı düzenlenecek, diye düşünerek mutfağa yöneldi. Sakin bir yemeğin ardından Chie'yi yatırdıktan sonra salonda tv nin karşısında umutsuzca oturan Yoko'nun yanına oturdu. Az sonra Yoko ona doğru döndü;
"Eylül sana anlatmam gereken bir şey var." diyerek gözlerinin içine baktı. Eylül ona doğru dönerek suratına merakla dinliyormuş ifadesi takındı. Ama bu sefer Yoko'nun ifadesi oldukça tuhaf görünüyordu. Yoko bir an duraksadıktan sonra devam etti;
"Ayrılmak istiyorum."
Eylül duyduğu şeyi duyup duymadığından emin olmak istercesine kafasını yana doğru eğdi ve Yoko'nun yüzüne daha dikkatle baktı. Evet, kesinlikle duymuştu. Böyle bir şeyi asla duymayacağından o kadar emindi ki ne vereceği konusunda en ufak bir fikri bile yoktu. Ama içinde bir şey öfkeden delirmiş gibiydi.
"Sanırım aşık oldum."
"Aşık mı oldun? Bana olduğun gibi mi?" diyebilmişti Eylül, bütün sakinliğini korumaya çalışarak.
"İnan şu an yeterince zor benim için..." ayağa kalkıp tepesinde konuşan Yoko'nun söylediklerini artık duymuyor, beyninde oluşan milyonlarca fikirle savaşıyordu.
Yıllarca tek istediği şey huzurlu bir hayat mutlu bir aileyken ve bunun için en zavallıca durumlarda bile sessizliğini bozmamış her şeyi görmezden gelmişken bu adam sadece aşık oldum deyip her şeyi mahvedebiliyor, diye düşünürken bir yandan da ağlamamak için kendine hakim olmaya çalışıyordu. Son bir kez hala konuşmakta olan Yoko'ya baktı sonra kalkıp odasına gitti ve kapıyı kitledi ve bütün gece çıkmadı.
Güneş doğduğu sırada yüzünü gömdüğü ıslak yastıktan başını kaldırıp doğruldu. Pencereye doğru yürüyüp dışarıyı seyretmeye başladı.
Yoko uyandığında kendini oldukça rahatlamış hissediyor ve durumu sevgilisine anlatmak için sabırsızlanıyordu. İki gündür uğramadığı eve doğru yola çıktı.
Eve vardığında saat dokuz olmuştu, cebinden anahtarı çıkarıp yavaşça kapıyı açtı, Suflör'ün hala uyuduğunu düşünerek yatak odasına yöneldi, o sırada arkasından gelen bir sesle durakladı;
"Ne cesaretle buraya gelebiliyorsun?"
Suflör solgun yüzüyle ve dağınık saçlarıyla oldukça bitkin görünüyordu.
"Seninle konuşmaya geldim, sana her şeyi anlatacağım."
"Her şeyi anlatman kimin umrunda, ne yaşadığımı biliyor musun?"
Yoko durumu anlayamamanın verdiği şaşkınla Suflör'e bakıyordu. Ne yaşamış olabilirdi ki? Sadece iki gündür görüşmemişlerdi ve bebek konusunu içine sindirebilmesi için bu süre uzun sayılmazdı. Yoko bunları düşünürken Suflör'ün yüzündeki öfke gitgide artıyordu;
"Sana doğurmak konusunda baskı yaptım mı? Sadece ne yapacağımı bilemediğim için sana anlattım, en azından sadece kart bırakıp gitmek yerine o an yanımda olabilirdin."
Suflör bir yandan ağlarken bir yandan bağırarak konuşmaya devam ediyor, Yoko şaşkınlıkla ne söylediğini anlamaya çalışıyordu;
"Ne kartından bahsediyorsun?"
Suflör bir an bağırmasına ara verdi, kızarmış gözlerini Yoko'ya dikti, sonra telefonun yanında duran kartı ona uzattı;
"Önerdiğin doktora gittim, merak etme. Bu lanet dünyaya bir bebek getirmek gibi bir düşüncem yok!"
Yoko eline aldığı karta baktı, sonra da Suflör'e. Bütün bu karışıklıkta tek anlayabildiği şey Suflör'ün bebeği aldırdığıydı. Yoko ağlayarak "Bu kartı ben bırakmadım" dedi ve hızla dışarı çıktı.
Eylül Chie'yi okula gönderdikten sonra günlük işlerine geri döndü, kafasından kovmaya çalıştığı geceki konuşmalar onu rahat bırakmıyordu. Soğuk kanlı olmak zorundaydı, Chie için bunu yapmak zorundaydı. Yoko gitmek istiyorsa ona engel olamazdı ama en azından çocuğu bu durumun dışında tutmaya çalışmalıydı. Çalan zille düşünceleri bir anda dağılan Eylül kapıyı açtı.
Kıpkırmızı olmuş gözleriyle ona bakan Yoko bir anda Eylül'ün boynuna sarıldı ve ağlayarak bir şeyler anlatmaya başladı;
"Aldırmış, düşünebiliyor musun, aldırmış. Benim çocuğumu kendi elleriyle öldürmüş."
Eylül şaşkınlıkla Yoko'yu içeri götürüp oturttuktan sonra kendisi de yanına oturdu;
"Ne anlatıyorsun hiçbir şey anlamıyorum, sakin ol biraz. " Eylül'ün cümlesi bitmeden Yoko ona sarılarak ağlamaya devam etti.
Saatlerce bir yandan ağlayarak bir yandan olanları Eylül'e anlatan Yoko biraz sakinleşmiş görünüyordu. Eylül'se işlerin bu boyuta geldiğini öğrendiğinde hem sinirlenmiş hem de omzunda çaresizce ağlayan adama acımıştı.
Yoko'nun sakinleşmesiyle Eylül annesini arayarak Chie'yi okuldan almasını birkaç gün onlarda kalmasını söyledi. Sonra iki kahve yapıp Yoko'nun yanına geri döndü;
"Şimdi ne yapmak istediğine karar vermelisin, kalıyor musun gidiyor musun? Kalacaksan bir daha gitmemeye söz vermelisin."
Yoko yanında oturan Eylül'ün şefkatle tuttuğu eline baktı;
"Bütün bunlar senin elini bıraktığım için başıma geldi." diyerek Eylül'e sarıldı.
Eylül'ün ona aşık olmadığını biliyordu, ama her durumda yanında olduğunu da.
Eylül Yoko'ya aşık olmadığını biliyordu ama Yoko'nun ona aşık olduğunu da.
"Umduğun gibi..."diye söylenip kağıdı bulduğu yere, ceketin cebine, tekrar koydu. Hiç bir şaşkınlık ya da kızgınlık ifadesi yoktu yüzünde. Alıştığı bir durum sayılabilirdi, sekiz yıllık evliliğinde bunun gibi sayısız durumla karşılaşmıştı ve hiç birinde konuyu uzatmamış, bilmiyormuş gibi davranmaya devam etmişti. Sebebi ne kocasına aşık olması ne de altı yaşındaki kızının geleceğini düşünmesiydi. Sebebi yoktu!
Ona öğretilen, gösterilen hayat tarzı buydu ve bunu değiştirecek kadar idealist değildi. Yaşamak sadece yaşamaksa o da zaten yaşıyordu. Her şey olması gerektiği gibi ilerliyordu, bir ailesi, bir evi, bir işi vardı, başka neye ihtiyacı olabilirdi ki?
Düşüncelerinden sıyrılıp mutfağa doğru ilerledi, akşam yemeği için hazırladığı tavukları fırın tepsisine dizdi, suihankiye yıkadığı pirinçleri koydu.
Salona geçip pencereden dışarı bakarak kocası ve kızının gelişini beklerken bir yandan da tv nin yükselen sesiyle haberlere kulak veriyordu. Oldukça ilgisini çeken bir haberle tv ye doğru döndü; ".... her şeye rağmen kariyerine yazarak devam eden Mikushi Kuto'nun yeni kitabı "Kiraz Yedim" kitapçılarda yerini alırken şimdiden önceki kitaplarından daha fazla ses getireceğe benziyor..."
Haberi dikkatle dinleyip kafasını ahşap kitaplığının orta rafına çevirdi ve aynı yazara ait olan "Kiraz Ağacı", "Kiraz Mevsimi", "Bahar Kirazı" ve "Kiraz Çiçeği" adlı kitaplara göz gezdirdi. Yazarın kitaplarını severek okuduğu belliydi.
Mutfağa doğru yöneldiği sırada duyduğu araba sesiyle kapıya yürüdü, kapıyı açıp gülümseyen bir yüzle kendine doğru koşan Chie'yi ve arabayı kitleyen Yoko'yu gördü.
Yoko'yla lisede tanışmışlardı ve yaklaşık dört yıl flört dönemi yaşadıktan sonra evlenmişlerdi. Sekiz yıl mutlu ve huzurlu süren aşk evlilikleriyle şekil değiştirmişti, bitmemişti ama yabanileşmişti. Yoko -neyin eksikliğini hissederek bilinmez- birçok ilişki yaşayarak onu aldatmış, her seferinde ilişki bittiğinde ağlayarak itiraf etmiş ve onu ne kadar çok sevdiğini anlatmıştı. Yoko onun için bir kocadan daha çok, çok sevdiği bir arkadaşı olmuştu her zaman. Belki de Yoko'yu iten sebep buydu, bu yüzden ne zaman kocası bir ilişkiye başlasa gözlerinden değil nefes alışından bile bunu anlayabiliyordu. Ama hiç bir zaman bu durumu yüzüne vurmamıştı.
İşte yine aynı yüz ifadesi, muhtemelen bu gece bir itiraf seansı düzenlenecek, diye düşünerek mutfağa yöneldi. Sakin bir yemeğin ardından Chie'yi yatırdıktan sonra salonda tv nin karşısında umutsuzca oturan Yoko'nun yanına oturdu. Az sonra Yoko ona doğru döndü;
"Eylül sana anlatmam gereken bir şey var." diyerek gözlerinin içine baktı. Eylül ona doğru dönerek suratına merakla dinliyormuş ifadesi takındı. Ama bu sefer Yoko'nun ifadesi oldukça tuhaf görünüyordu. Yoko bir an duraksadıktan sonra devam etti;
"Ayrılmak istiyorum."
Eylül duyduğu şeyi duyup duymadığından emin olmak istercesine kafasını yana doğru eğdi ve Yoko'nun yüzüne daha dikkatle baktı. Evet, kesinlikle duymuştu. Böyle bir şeyi asla duymayacağından o kadar emindi ki ne vereceği konusunda en ufak bir fikri bile yoktu. Ama içinde bir şey öfkeden delirmiş gibiydi.
"Sanırım aşık oldum."
"Aşık mı oldun? Bana olduğun gibi mi?" diyebilmişti Eylül, bütün sakinliğini korumaya çalışarak.
"İnan şu an yeterince zor benim için..." ayağa kalkıp tepesinde konuşan Yoko'nun söylediklerini artık duymuyor, beyninde oluşan milyonlarca fikirle savaşıyordu.
Yıllarca tek istediği şey huzurlu bir hayat mutlu bir aileyken ve bunun için en zavallıca durumlarda bile sessizliğini bozmamış her şeyi görmezden gelmişken bu adam sadece aşık oldum deyip her şeyi mahvedebiliyor, diye düşünürken bir yandan da ağlamamak için kendine hakim olmaya çalışıyordu. Son bir kez hala konuşmakta olan Yoko'ya baktı sonra kalkıp odasına gitti ve kapıyı kitledi ve bütün gece çıkmadı.
Güneş doğduğu sırada yüzünü gömdüğü ıslak yastıktan başını kaldırıp doğruldu. Pencereye doğru yürüyüp dışarıyı seyretmeye başladı.
Yoko uyandığında kendini oldukça rahatlamış hissediyor ve durumu sevgilisine anlatmak için sabırsızlanıyordu. İki gündür uğramadığı eve doğru yola çıktı.
Eve vardığında saat dokuz olmuştu, cebinden anahtarı çıkarıp yavaşça kapıyı açtı, Suflör'ün hala uyuduğunu düşünerek yatak odasına yöneldi, o sırada arkasından gelen bir sesle durakladı;
"Ne cesaretle buraya gelebiliyorsun?"
Suflör solgun yüzüyle ve dağınık saçlarıyla oldukça bitkin görünüyordu.
"Seninle konuşmaya geldim, sana her şeyi anlatacağım."
"Her şeyi anlatman kimin umrunda, ne yaşadığımı biliyor musun?"
Yoko durumu anlayamamanın verdiği şaşkınla Suflör'e bakıyordu. Ne yaşamış olabilirdi ki? Sadece iki gündür görüşmemişlerdi ve bebek konusunu içine sindirebilmesi için bu süre uzun sayılmazdı. Yoko bunları düşünürken Suflör'ün yüzündeki öfke gitgide artıyordu;
"Sana doğurmak konusunda baskı yaptım mı? Sadece ne yapacağımı bilemediğim için sana anlattım, en azından sadece kart bırakıp gitmek yerine o an yanımda olabilirdin."
Suflör bir yandan ağlarken bir yandan bağırarak konuşmaya devam ediyor, Yoko şaşkınlıkla ne söylediğini anlamaya çalışıyordu;
"Ne kartından bahsediyorsun?"
Suflör bir an bağırmasına ara verdi, kızarmış gözlerini Yoko'ya dikti, sonra telefonun yanında duran kartı ona uzattı;
"Önerdiğin doktora gittim, merak etme. Bu lanet dünyaya bir bebek getirmek gibi bir düşüncem yok!"
Yoko eline aldığı karta baktı, sonra da Suflör'e. Bütün bu karışıklıkta tek anlayabildiği şey Suflör'ün bebeği aldırdığıydı. Yoko ağlayarak "Bu kartı ben bırakmadım" dedi ve hızla dışarı çıktı.
Eylül Chie'yi okula gönderdikten sonra günlük işlerine geri döndü, kafasından kovmaya çalıştığı geceki konuşmalar onu rahat bırakmıyordu. Soğuk kanlı olmak zorundaydı, Chie için bunu yapmak zorundaydı. Yoko gitmek istiyorsa ona engel olamazdı ama en azından çocuğu bu durumun dışında tutmaya çalışmalıydı. Çalan zille düşünceleri bir anda dağılan Eylül kapıyı açtı.
Kıpkırmızı olmuş gözleriyle ona bakan Yoko bir anda Eylül'ün boynuna sarıldı ve ağlayarak bir şeyler anlatmaya başladı;
"Aldırmış, düşünebiliyor musun, aldırmış. Benim çocuğumu kendi elleriyle öldürmüş."
Eylül şaşkınlıkla Yoko'yu içeri götürüp oturttuktan sonra kendisi de yanına oturdu;
"Ne anlatıyorsun hiçbir şey anlamıyorum, sakin ol biraz. " Eylül'ün cümlesi bitmeden Yoko ona sarılarak ağlamaya devam etti.
Saatlerce bir yandan ağlayarak bir yandan olanları Eylül'e anlatan Yoko biraz sakinleşmiş görünüyordu. Eylül'se işlerin bu boyuta geldiğini öğrendiğinde hem sinirlenmiş hem de omzunda çaresizce ağlayan adama acımıştı.
Yoko'nun sakinleşmesiyle Eylül annesini arayarak Chie'yi okuldan almasını birkaç gün onlarda kalmasını söyledi. Sonra iki kahve yapıp Yoko'nun yanına geri döndü;
"Şimdi ne yapmak istediğine karar vermelisin, kalıyor musun gidiyor musun? Kalacaksan bir daha gitmemeye söz vermelisin."
Yoko yanında oturan Eylül'ün şefkatle tuttuğu eline baktı;
"Bütün bunlar senin elini bıraktığım için başıma geldi." diyerek Eylül'e sarıldı.
Eylül'ün ona aşık olmadığını biliyordu, ama her durumda yanında olduğunu da.
Eylül Yoko'ya aşık olmadığını biliyordu ama Yoko'nun ona aşık olduğunu da.
3 Haziran 2011 Cuma
Saplantı IV
Açık kalan perdeden sızan güneş ışığı odayı aydınlatıyordu, sıcak ve boğuk bir ışık olduğu için oda sis içinde görünüyordu. Küçük bir yatak ve o yatağa sığmaya çalışan iki kişi göze çarpıyordu. Açık kalan banyo kapısından yerdeki havlular ve rahatsız edici bir sesle damlatan musluk görünüyordu.
Gözlerini zorlukla açtığında vücudunun sıcaktan ve nemden yapış yapış olduğu hissetti, kafasını kaldırıp yanında terlemiş vücuduyla kıpırdamadan yatan adamı gördü. Gözleri belki uykusuzluktan belki de kendi doğası nedeniyle baygın ve umursamaz bakıyordu.
Ağır hareketlerle yataktan kalktı, üzerinde sadece beyaz askılı bir bluz ve külodu vardı, uzun kahverengi saçları darmadağındı, hemen üzerindekileri çıkarıp banyoya doğru gitti, lambası olmayan banyoyu aydınlatan tek şey duvarın üst kısmındaki küçük pencereydi. Zorla duvara tutunmaya çalışan duş benzeri bir borudan akan ılık suyun altına girdi ve bir süre hareketsiz öylece durdu. Sonra yerde duran sabunu alıp saçlarını yıkamaya başladı, suyun rahatlatıcı etkisiyle gergin olan yüz hatları biraz yumuşamıştı. Musluğu kapatıp yerden bir havlu alarak banyodan çıktı, adam hala kıpırdamadan yatıyordu. Üzerine sarındığı havluyla mutfağa doğru yürüdü masada duran sigaradan bir tane alıp kendine bir kahve hazırladı. Kahvesini yudumladığı sırada esneyerek mutfağa doğru gelen adamı farketti. Adam yüzünde saçma bir gülümsemeyle ona bakıyordu, bir süre adama baktı sonra sigarasından bir nefes çekip ayağa kalktı: "Acelen varsa hemen çıkabilirsin!"
Adam biraz şaşırmış biraz da bozulmuş bir ifadeyle ona baktı: "Ta... Tabi ben gidiyim artık."
"Kıyafetlerin salonda şey.. Adın neydi bu arada?"
"Adım Min Woo, seninki ne?"
Odasına doğru yürürken konuşmaya devam etti: "Her neyse Min Woo, çıkarken kapıyı çek!"
Adam sessizce giyinip çıkarken o da yatağının üzerine oturmuş kahvesini yudumlamaya devam ediyordu. Kahvesini bitirip kapakları olmayan soluk kahverengi dolabına doğru yöneldi, üstüste yığılmış kıyafetlerin arasından bir şeyler çekip çıkardı. Çıkardığı koyu renk t-shirt ve şortu giyinip saçlarını gelişigüzel topladı. Evden çıkarken girişte yerde duran bir kağıda gözü takıldı, kağıdı aldı üzerinde bir şeyler yazıyordu: "Tekrar görüşmek umuduyla, Junichi!"
"Junichi kimdi?" diye içinden geçirerek kağıdı buruşturup fırlattı ve dışarı çıktı. Yan komşusunun kapısında duran sütü ve gazeteyi alıp yoluna devam etti. On dakika kadar sonra sıcaktan kurumak üzere olan bir ağacın altındaki banka oturdu ve gazeteyi açıp bir yandan sütünü içerken bir yandan gazeteyi okudu. Okuması bittiğinde öğlen olmak üzereydi, kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı, güneş tam tepesinde sanki her günkünden daha da yakıcıydı. Gözlerini kapatıp eliyle terlemiş olan ensesini ovuşturdu, sonra kalkıp çalıştığı bara doğru yürümeye başladı.
Yıkılmak üzere gibi görünen dar kapılı bir binadan içeri girdi. İçerisi boğucu derecede karanlık ve sıcaktı, merdivenlerden aşağı doğru indi, daha karanlık ve daha havasız bir yere girdi. İçeride iki kişi vardı, onlara döndü:"Ben arkada yatıyorum biraz uyandırırsınız."
Yaşları ancak 20 olan iki genç adam tamam dercesine kafalarını salladılar. Bir tanesi yerleri silmekle, diğeri de bardaki bardakları dizmekle meşguldü. Bar genel olarak küçük bir yerdi, ufacık bir sahnesi ve sahnenin karşı tarafına düşen bir asma katı vardı.
Sahnenin arkasından açılan kapı kulis tarzı ama virane halde küçük bir salona açılıyordu. Burası da karanlık ve havasızdı, etrafa konmuş askılar ve elbiseler, küçük bir ayna, aynanın karşısında birkaç tane makyaj malzemesi vardı. Orada bulunan tekli koltuğa uzanıp gözlerini tavanda oldukça ağır hareketlerle dönen pervaneye dikti ve çok geçmeden uykuya daldı. Saat ona doğru yerleri silen genç adam gelip onu uyandırdı: "Sıran geldi Suflör" bir yıl önce bunu duyduğu ilk anda yaşadığı o umursamazlık hala gözlerinden okunuyordu.
En yakın arkadaşının ölümünden sonra giriştiği intikam planını kendince başarıya ulaştırıp zafer nidalarıyla ortalıkta dolanırken ufak bir detayı gözden kaçırmıştı, intikam silahı olarak kullandığı adama aşık olmuştu. Ama bütün olanları ağır bir şokla öğrenen adam bir daha onun yüzünü bile görmek istememişti. Pişmanlık ve hayal kırıklığıyla dolu kalbini biraz olsun avutabilmek için çok sevdiği abisinin yanına gitmişti. Ama abisinin yaşadığı tutkulu aşk hayatını mahvetmekle kalmamış bedenini ruhundan ayırmıştı. Abisini bu duruma düşüren kadını hiç değilse öfkesini kusmak için aramaya başlamış ve bulmuştu da. Ama Scarecrow'un halini gördüğünde belki de abisinin ölüp kurtulmasına şükretmesi gerektiğini düşündü. Çünkü kadının bitmiş bir hayatı, ağlamaktan yorgun bakan gözleri ve yalnız kalmaya mahkum edilmiş bir ruhu vardı. Bir yıl içinde yaşadığı bütün bu olayların onun hayatındaki etkisiyse; işinden atılması başka bir şehre, o eski eve taşınması, kesinlikle yalnız olması ve bunun yanı sıra her geceyi başka bir adamla geçirmesi ve saçma barda geceleri şarkı söylüyor olmasıydı.
Sahneye çıkmak için üzerindekileri değiştirdi, saçlarını açtı ve ağır adımlarla dışarı çıktı. İçerisi kalabalıklaşmıştı, ellerinde içki bardaklarıyla ölü gözlerle bakan gençler, onun için geceleri sığındığı barınak gibiydiler... Ve bazen yatağını paylaştığı...
Şarkısını söyleyip bara doğru geçti, işte gecenin ilk içkisiyle beraber yanına oturan gecenin ilk misafiri..
"Şarkı güzeldi.."
"Evet"
"Sen de fena sayılmazsın.."
İçkisine dönük olan gözlerini adama çevirdi, çatık kaşlarıyla ukala gülümsemesiyle ona bakan adamı inceledi. 29-30 yaşlarında, sıradan görünümlü ama keskin bakışları olan bir adamdı. Adam elini uzatarak yüzündeki gülümsemeyi daha ciddi bir ifadeyle değiştirdi:
"İsmim Yoko, tanışmak ister misin?"
"Gerek yok!" diyerek içkisini yudumlamaya devam etti. Birkaç saat boyunca adam hiç konuşmadan yanında oturmaya devam etti. Sabaha karşı bardan çıktığında yürümekte zorlanıyordu, başı dönüyor ve midesi bulanıyordu. Bu ilk defa olmuyordu, bu gibi durumlarda genelde barın yakınlarındaki bir parkta bir bankın üzerine atıyordu kendini. Yine öyle yapmaya karar verdi, arkasını dönmüş gidiyorken yere düştü, o sırada bir elin ona doğru uzandığını farketti. Bu bardaki adamdı, adamın elini tutup ayağa kalktı, bir süre hiçbir şey söylemeden adama baktı, sıradan bir adam olmasına rağmen tuhaf bir çekiciliği vardı:
"Gelmek ister misin?" dedi adama, adam gülümseyerek kafasını salladı.
Eve vardıklarında güneş daha doğmamıştı, adam kapıyı açmasına yardım etti, içeri girdiler. Hiç konuşmadan odasına doğru ilerledi, üzerindekileri çıkarıp kendini yatağa bıraktı.
Öğlene doğru güneş tüm sıcaklığıyla evi sarmıştı, gözlerini açmadan ilk farkettiği şey birinin elini sıkıca tuttuğuydu. Gözlerini açtı, yanında yatan adama baktı "Ah, evet Yoko!" dedi, sonra bir an şaşırdı, ilk defa yanında uyandığı birinin adını hatırlıyordu. Bunları düşünerek adama bakarken adam gözlerini açtı, yine geceki gülümsemesini takındı ve Suflör'ün hala tutmakta olduğu eli daha sıkı tutmaya başladı. Birden irkilen Suflör elini çekip aceleyle kendini banyoya attı. Uzun zaman sonra ilk defa hissettiği bu sıcaklık hemen kalbini terketmeliydi. Ne yaşadığı hayat ne de kendi buna hazır değildi. Banyoda yaklaşık bir saat geçirdi ve adamın gittiğini umarak banyodan çıktı, eve bir göz attıktan sonra adamın gittiğine emin oldu. ama bu onu rahatlatmamış aksine üzmüştü sanki. İlk defa birinin arkasından bunları hissediyordu. Karışık duygularını bir kenara atarak günlük hayatını rutin bir şekilde devam ettirdi.
Gece sahneye çıktığında istemsizce gözlerinin onu aradığını farkettiğinde hemen kendini toparlamaya çalıştı, zaten o da gelmemişti. Üç gün sonra bar yavaş yavaş boşalırken kapıdan giren Yoko'yla gözgöze geldiğinde aynı sıcaklıkla heyecanlandı.
Ertesi sabah şiddetli yağmurun cama vurmasıyla çıkardığı sesle gözlerini açtığında, yine tutmakta olduğu eli farketti. Gözlerini dikip dakikalarca o elin sahibini izledi, titreyen elleriyle Yoko'nun yüzüne dokundu. Yavaşça gözlerini açan Yoko ona bakarak gülümsedi...
Üç yıl geçmişti, Yoko'nun Yoko olduğu ve içini ısıttığı dışında hiçbir şey bilmeden geçen üç yıl... Hiçbir zaman onun hayatıyla ilgili bir şey sormamıştı ya da gelmediği gecelerle ilgili, zaten pek konuşmuyorlardı, ta ki Suflör'ün mide spazmı geçirip doktora gittiğinde doktorun söylediği şu söze kadar: "Bebek için daha dikkatli olmalısınız."
Şaşkınlık ve korku içinde bütün gece Yoko'yu bekleyen Suflör sabaha karşı çalan kapı sesiyle yerinden fırladı. İçeri giren Yoko tuhaf bir şey olduğunu farketmişti, odaya geçip yatağın üzerine oturdu ve meraklı gözlerle Suflör'e baktı. Suflör ne söyleyeceğini nasıl söyleyeceğini bilmeden kısık bir sesle: "Hamileyim..." diyebildi.
Yoko'nun meraklı bakışı yerini huzursuz bir ifadeye bırakmıştı, hiçbir şey söylemeden saatlerce düşünceli gözlerle Suflör'e baktı. Sabah olduğunda sessizce çıkıp gitti. Sabaha karşı sızan Suflör öğlene doğru uyandı, Yoko'nun gitmiş olduğunu hissedebiliyordu. Mutfağa doğru yürürken kapının altından atılmış olan bir kart buldu: "Jinekolog"yazıyordu kartın üzerinde...
Gözlerini zorlukla açtığında vücudunun sıcaktan ve nemden yapış yapış olduğu hissetti, kafasını kaldırıp yanında terlemiş vücuduyla kıpırdamadan yatan adamı gördü. Gözleri belki uykusuzluktan belki de kendi doğası nedeniyle baygın ve umursamaz bakıyordu.
Ağır hareketlerle yataktan kalktı, üzerinde sadece beyaz askılı bir bluz ve külodu vardı, uzun kahverengi saçları darmadağındı, hemen üzerindekileri çıkarıp banyoya doğru gitti, lambası olmayan banyoyu aydınlatan tek şey duvarın üst kısmındaki küçük pencereydi. Zorla duvara tutunmaya çalışan duş benzeri bir borudan akan ılık suyun altına girdi ve bir süre hareketsiz öylece durdu. Sonra yerde duran sabunu alıp saçlarını yıkamaya başladı, suyun rahatlatıcı etkisiyle gergin olan yüz hatları biraz yumuşamıştı. Musluğu kapatıp yerden bir havlu alarak banyodan çıktı, adam hala kıpırdamadan yatıyordu. Üzerine sarındığı havluyla mutfağa doğru yürüdü masada duran sigaradan bir tane alıp kendine bir kahve hazırladı. Kahvesini yudumladığı sırada esneyerek mutfağa doğru gelen adamı farketti. Adam yüzünde saçma bir gülümsemeyle ona bakıyordu, bir süre adama baktı sonra sigarasından bir nefes çekip ayağa kalktı: "Acelen varsa hemen çıkabilirsin!"
Adam biraz şaşırmış biraz da bozulmuş bir ifadeyle ona baktı: "Ta... Tabi ben gidiyim artık."
"Kıyafetlerin salonda şey.. Adın neydi bu arada?"
"Adım Min Woo, seninki ne?"
Odasına doğru yürürken konuşmaya devam etti: "Her neyse Min Woo, çıkarken kapıyı çek!"
Adam sessizce giyinip çıkarken o da yatağının üzerine oturmuş kahvesini yudumlamaya devam ediyordu. Kahvesini bitirip kapakları olmayan soluk kahverengi dolabına doğru yöneldi, üstüste yığılmış kıyafetlerin arasından bir şeyler çekip çıkardı. Çıkardığı koyu renk t-shirt ve şortu giyinip saçlarını gelişigüzel topladı. Evden çıkarken girişte yerde duran bir kağıda gözü takıldı, kağıdı aldı üzerinde bir şeyler yazıyordu: "Tekrar görüşmek umuduyla, Junichi!"
"Junichi kimdi?" diye içinden geçirerek kağıdı buruşturup fırlattı ve dışarı çıktı. Yan komşusunun kapısında duran sütü ve gazeteyi alıp yoluna devam etti. On dakika kadar sonra sıcaktan kurumak üzere olan bir ağacın altındaki banka oturdu ve gazeteyi açıp bir yandan sütünü içerken bir yandan gazeteyi okudu. Okuması bittiğinde öğlen olmak üzereydi, kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı, güneş tam tepesinde sanki her günkünden daha da yakıcıydı. Gözlerini kapatıp eliyle terlemiş olan ensesini ovuşturdu, sonra kalkıp çalıştığı bara doğru yürümeye başladı.
Yıkılmak üzere gibi görünen dar kapılı bir binadan içeri girdi. İçerisi boğucu derecede karanlık ve sıcaktı, merdivenlerden aşağı doğru indi, daha karanlık ve daha havasız bir yere girdi. İçeride iki kişi vardı, onlara döndü:"Ben arkada yatıyorum biraz uyandırırsınız."
Yaşları ancak 20 olan iki genç adam tamam dercesine kafalarını salladılar. Bir tanesi yerleri silmekle, diğeri de bardaki bardakları dizmekle meşguldü. Bar genel olarak küçük bir yerdi, ufacık bir sahnesi ve sahnenin karşı tarafına düşen bir asma katı vardı.
Sahnenin arkasından açılan kapı kulis tarzı ama virane halde küçük bir salona açılıyordu. Burası da karanlık ve havasızdı, etrafa konmuş askılar ve elbiseler, küçük bir ayna, aynanın karşısında birkaç tane makyaj malzemesi vardı. Orada bulunan tekli koltuğa uzanıp gözlerini tavanda oldukça ağır hareketlerle dönen pervaneye dikti ve çok geçmeden uykuya daldı. Saat ona doğru yerleri silen genç adam gelip onu uyandırdı: "Sıran geldi Suflör" bir yıl önce bunu duyduğu ilk anda yaşadığı o umursamazlık hala gözlerinden okunuyordu.
En yakın arkadaşının ölümünden sonra giriştiği intikam planını kendince başarıya ulaştırıp zafer nidalarıyla ortalıkta dolanırken ufak bir detayı gözden kaçırmıştı, intikam silahı olarak kullandığı adama aşık olmuştu. Ama bütün olanları ağır bir şokla öğrenen adam bir daha onun yüzünü bile görmek istememişti. Pişmanlık ve hayal kırıklığıyla dolu kalbini biraz olsun avutabilmek için çok sevdiği abisinin yanına gitmişti. Ama abisinin yaşadığı tutkulu aşk hayatını mahvetmekle kalmamış bedenini ruhundan ayırmıştı. Abisini bu duruma düşüren kadını hiç değilse öfkesini kusmak için aramaya başlamış ve bulmuştu da. Ama Scarecrow'un halini gördüğünde belki de abisinin ölüp kurtulmasına şükretmesi gerektiğini düşündü. Çünkü kadının bitmiş bir hayatı, ağlamaktan yorgun bakan gözleri ve yalnız kalmaya mahkum edilmiş bir ruhu vardı. Bir yıl içinde yaşadığı bütün bu olayların onun hayatındaki etkisiyse; işinden atılması başka bir şehre, o eski eve taşınması, kesinlikle yalnız olması ve bunun yanı sıra her geceyi başka bir adamla geçirmesi ve saçma barda geceleri şarkı söylüyor olmasıydı.
Sahneye çıkmak için üzerindekileri değiştirdi, saçlarını açtı ve ağır adımlarla dışarı çıktı. İçerisi kalabalıklaşmıştı, ellerinde içki bardaklarıyla ölü gözlerle bakan gençler, onun için geceleri sığındığı barınak gibiydiler... Ve bazen yatağını paylaştığı...
Şarkısını söyleyip bara doğru geçti, işte gecenin ilk içkisiyle beraber yanına oturan gecenin ilk misafiri..
"Şarkı güzeldi.."
"Evet"
"Sen de fena sayılmazsın.."
İçkisine dönük olan gözlerini adama çevirdi, çatık kaşlarıyla ukala gülümsemesiyle ona bakan adamı inceledi. 29-30 yaşlarında, sıradan görünümlü ama keskin bakışları olan bir adamdı. Adam elini uzatarak yüzündeki gülümsemeyi daha ciddi bir ifadeyle değiştirdi:
"İsmim Yoko, tanışmak ister misin?"
"Gerek yok!" diyerek içkisini yudumlamaya devam etti. Birkaç saat boyunca adam hiç konuşmadan yanında oturmaya devam etti. Sabaha karşı bardan çıktığında yürümekte zorlanıyordu, başı dönüyor ve midesi bulanıyordu. Bu ilk defa olmuyordu, bu gibi durumlarda genelde barın yakınlarındaki bir parkta bir bankın üzerine atıyordu kendini. Yine öyle yapmaya karar verdi, arkasını dönmüş gidiyorken yere düştü, o sırada bir elin ona doğru uzandığını farketti. Bu bardaki adamdı, adamın elini tutup ayağa kalktı, bir süre hiçbir şey söylemeden adama baktı, sıradan bir adam olmasına rağmen tuhaf bir çekiciliği vardı:
"Gelmek ister misin?" dedi adama, adam gülümseyerek kafasını salladı.
Eve vardıklarında güneş daha doğmamıştı, adam kapıyı açmasına yardım etti, içeri girdiler. Hiç konuşmadan odasına doğru ilerledi, üzerindekileri çıkarıp kendini yatağa bıraktı.
Öğlene doğru güneş tüm sıcaklığıyla evi sarmıştı, gözlerini açmadan ilk farkettiği şey birinin elini sıkıca tuttuğuydu. Gözlerini açtı, yanında yatan adama baktı "Ah, evet Yoko!" dedi, sonra bir an şaşırdı, ilk defa yanında uyandığı birinin adını hatırlıyordu. Bunları düşünerek adama bakarken adam gözlerini açtı, yine geceki gülümsemesini takındı ve Suflör'ün hala tutmakta olduğu eli daha sıkı tutmaya başladı. Birden irkilen Suflör elini çekip aceleyle kendini banyoya attı. Uzun zaman sonra ilk defa hissettiği bu sıcaklık hemen kalbini terketmeliydi. Ne yaşadığı hayat ne de kendi buna hazır değildi. Banyoda yaklaşık bir saat geçirdi ve adamın gittiğini umarak banyodan çıktı, eve bir göz attıktan sonra adamın gittiğine emin oldu. ama bu onu rahatlatmamış aksine üzmüştü sanki. İlk defa birinin arkasından bunları hissediyordu. Karışık duygularını bir kenara atarak günlük hayatını rutin bir şekilde devam ettirdi.
Gece sahneye çıktığında istemsizce gözlerinin onu aradığını farkettiğinde hemen kendini toparlamaya çalıştı, zaten o da gelmemişti. Üç gün sonra bar yavaş yavaş boşalırken kapıdan giren Yoko'yla gözgöze geldiğinde aynı sıcaklıkla heyecanlandı.
Ertesi sabah şiddetli yağmurun cama vurmasıyla çıkardığı sesle gözlerini açtığında, yine tutmakta olduğu eli farketti. Gözlerini dikip dakikalarca o elin sahibini izledi, titreyen elleriyle Yoko'nun yüzüne dokundu. Yavaşça gözlerini açan Yoko ona bakarak gülümsedi...
Üç yıl geçmişti, Yoko'nun Yoko olduğu ve içini ısıttığı dışında hiçbir şey bilmeden geçen üç yıl... Hiçbir zaman onun hayatıyla ilgili bir şey sormamıştı ya da gelmediği gecelerle ilgili, zaten pek konuşmuyorlardı, ta ki Suflör'ün mide spazmı geçirip doktora gittiğinde doktorun söylediği şu söze kadar: "Bebek için daha dikkatli olmalısınız."
Şaşkınlık ve korku içinde bütün gece Yoko'yu bekleyen Suflör sabaha karşı çalan kapı sesiyle yerinden fırladı. İçeri giren Yoko tuhaf bir şey olduğunu farketmişti, odaya geçip yatağın üzerine oturdu ve meraklı gözlerle Suflör'e baktı. Suflör ne söyleyeceğini nasıl söyleyeceğini bilmeden kısık bir sesle: "Hamileyim..." diyebildi.
Yoko'nun meraklı bakışı yerini huzursuz bir ifadeye bırakmıştı, hiçbir şey söylemeden saatlerce düşünceli gözlerle Suflör'e baktı. Sabah olduğunda sessizce çıkıp gitti. Sabaha karşı sızan Suflör öğlene doğru uyandı, Yoko'nun gitmiş olduğunu hissedebiliyordu. Mutfağa doğru yürürken kapının altından atılmış olan bir kart buldu: "Jinekolog"yazıyordu kartın üzerinde...
Saplantı III
Ağzına kadar dolan kül tablası etrafına dayanılmaz kokular yayarak içindeki izmaritlere bir yenisinin katılmasını bekliyordu. Sigara dumanından sararmış perde bir bölümünü örttüğü pencerenin açık kalan kısmından esen nemli rüzgarın etkisiyle savruluyordu.
Saatlerdir oturduğu kanepeden aniden kalkarak savrulan perdeyi iyice açtı. Kafasını pencereden çıkarıp gökyüzüne baktı: "Bir tane bile yıldız yok!"
Kaç gecedir bir tane bile yıldız yoktu gökyüzünde, oysa günler boğulacak kadar sıcak geçiyordu. Elinde kalan izmariti pencereden atıp son bir kez daha gökyüzüne baktı ve perdeyi kapattı.
Odanın bir duvarını tamamen kaplayan büyük kitaplığa doğru yürüyüp ellerini tozlu raflarda gezdirdi. Bir kitabın üzerinde durdu, kitabı eline alıp üzerine sinen tozu gömleğiyle temizledi. Özenle kapağını açtığı kitabın ilk sayfasındaki yazıya baktı:
"Hayat bazen tesadüflerle doludur, biz birbirimizi tesadüfen bulduk ve bu tesadüften yeni hayatlar yarattık. Bu yeni hayatlar yaratıcılarından bütün kahramanlarına ve Asya'ya armağandır."
Yazıyı okurken dolan gözlerini yazının hemen altına çevirdi:
Creators: Mikushi, Churchillll, Scarecrow
Yüzüne yayılan gözyaşlarını gömleğinin koluyla silmeye çalışırken gülümseyerek kafasını salladı. Kitabı aldığı yere bırakmadan bir süre kapağındaki büyük yazıya baktı:
Door of Love
Kitabı yerine bırakıp yatak odasına yöneldi, okyanusa bakan pencereden süzülen ay ışığı odayı masmavi aydınlatıyordu, Şehrin en güzel mevsimiydi, etraf kiraz ağacının beyaz, pembe renklerine bürünmüştü.
İki yıl önce bu şehre ilk ayak bastığında tamamen büyülenmiş ve bu evi o heyecanla almıştı. Ama artık anlamını kaybediyor, yabancılaşıyordu.
Yayın şirketi kitabın basılmasından iki ay kadar sonra yazarların kahramanlarıyla buluşmasını sağlamıştı. Bu buluşmanın Japonya ayağında onunla tanışmıştı. Kafasında ve kitabında varolan her şeyin aksine ilk gördüğü anda ona aşık olmuştu.
Japonya grubuyla yapılan üç günlük etkinlik süresince bir dakika olsun gözlerini ondan ayırmamıştı. Her fırsatta onu uyaran ve sert bakışlar atan arkadaşlarına bir şey olmadığını anlatıyor ama içinde olanlara o da anlam veremiyordu.
Üçüncü ve en yorucu günün ardından odalarına dönmüşlerdi.
"Scar, ne oluyor anlat!" diye kolundan tutan Miku endişeli bir yüz ifadesi ve meraklı gözlerle ona bakıyordu. Tam karşısında aceleyle bir sigara yakan Chill gözlerini ona dikmiş cevabını bekliyordu.
Kolunu çekerek gidip koltuğa oturdu, olabildiğince sakin bir tavırla "Bir şey olmuyor" dedi.
"Saçmalama Scar, adama aşık falan olmadın değil mi?" diye yanına yaklaşan Miku, hem sorusuna cevap alamamış hem de gayet net bir şekilde sorusu cevaplanmıştı.
Endişeyle birbirlerine bakan Miku ve Chill sabaha kadar çeşitli cümlelerle Scare'ı uyarmaya çalışmış ama bütün çabaları cevapsız kalmıştı. Paniklemişlerdi ve haklılardı. Yeni ünlü olmuşlardı, herkes onları konuşuyordu ve bu durum sandıklarından daha zordu. Hayran oldukları adamlara yaklaşmamaları önemle rica olunmuş, bir nevi tehdit edilmişlerdi. Kore ayağını atlattıklarında ne Hyun'a ne de JunKi'ye yaklaşmamaya özen göstermişlerdi. Japonya'da ise şartlar çok daha ağırdı, çünkü Matsu'nun Yamapi'nin bağlı olduğu ajans sponsorlarıydı. Aylarca sponsor aramışlar ve bir tek bu ajanstan süpriz bir şekilde destek görmüşlerdi. Önceden bildikleri ve sonradan öğrendikleri en açık şey ise ajansın ağır şartlarıydı; böyle bir durumda ajans bütün desteğini çekebilirdi. Ve bu başlamadan biten bir kariyer demekti.
Sabaha kadar Miku ve Chill'in bütün konuşmalarını tek kelime etmeden dinleyen Scare'ın gözlerindeki kararlılık bir an olsun değişmemişti. Miku ve Chill'in bu kadar paniklemesine sebep olan şeyin bu hislerin karşılıklı olması olduğunu biliyordu Scare, ama arkadaşlarının aksine bu onu endişelendirmiyor, daha da cesaretlendiriyor, heyecanlandırıyordu.
Sabahın erken saatlerinde çalan telefonun sesiyle irkilerek bir saat kadar önce kapattığı gözlerini zorlukla açan Miku, Scare'ın banyoda olduğunu farkedip telefona uzandı. Kısa bir konuşmanın ardından yüzü asılan Miku sinirle balkona çıktı. Merakla ona bakan Chill peşinden balkona çıkıp gözlerini Miku'ya dikti.
"Biliyordum böyle olacağını, şimdi ne yapacağız Chill?"
"Sakin ol, onun aradığını Scare'a söyleme.." derken balkon kapısında onlara bakan Scare'ı farkettiler. Scare hızla odaya dönüp üzerini giyinmeye başladı. Miku ve Chill'in bütün konuşmalarını hatta bağırmalarını duymazlıktan gelerek çantasını alıp odadan çıktı.
Bu çıkış bütün hayatlarını bambaşka bir noktaya sürükleyen her şeyin başlangıcıydı.
Scare ve Yamapi çok hızlı ve en tutkulu haliyle aşklarını yaşarken Miku ve Chill'e düşen bunu olabildiğince gizli tutmaya çalışmaktı, ama bu imkansızdı, çünkü ikisi de gittikleri her yerde tanınıyorlar ve dikkat çekiyorlardı.
Çok geçmeden ajansın durumu öğrenmesiyle aynı gün sponsorluk sözleşmesini feshetmesi ve ardından gazelerde, tv lerde boy boy resimlerinin, görüntülerinin yayınlanması, bütün sponsorlardan uyarı almaları, onlar için çöküş demekti.
İki gün sonra acilen Kore'ye dönmeleri ve işleriyle ilgilenmeleri, belki de son bir umut için savaşmaları gerekiyordu. Miku ve Chill geç saatlere kadar Scare'ın dönmesini beklemişlerdi. Scare geldiğinde onunla son bir konuşma yaptılar ve hemen gitmeleri gerektiğini anlattılar.
"Gelmiyorum!"
Bu kadar olaydan sonra bile bir kez olsun Scare'ı suçlamamış, onu anlamaya çalışmışlardı ama Scare'ın kesin ve net cevabıyla deliye dönmüşlerdi. Yine de onu ikna etmeye çalışmışlardı. Çabalarının boşuna olduğunu farkeden Chill, Miku'ya valizini hazırlamasını söylemişti. Kapıdan çıkmak üzerelerken Miku, dakikalardır kıpırdamadan olduğu yerden onları izleyen Scare'a döndü:
"Umarım değer, kaybettiğin her şeye!" demiş ve hızla kapıyı kapatıp uzaklaşmıştı.
Scare günlerdir kendiyle verdiği savaşın yorgunluğuyla kendini yatağına bırakmış ve sessizce gözlerinden akan yaşların ıslattığı yastığına sarılmıştı. Bu kısacık zaman içinde en az beş kere Yamapi'yle bir daha görüşmeme kararı almış ama her defasında onun sesini duyduğu ilk anda vazgeçmişti. İlk defa kendini bu kadar çaresiz hissediyordu. Hem kendinin hem arkadaşlarının hem de Yamapi'nin hayatını tehlikeye attığını biliyor ama kendine engel olamıyordu.
Tehlikeye attığı hayatlardan ilk çöküş kendininki olmuştu. Bütün sözleşmeleri feshedilmiş, kitabın basımı durmuştu. İkinci çöküş Miku ve Chill içindi, ne kadar uğraştılarsa da basımın durdurulmasını engelleyememişler ve geldikleri gibi bomboş ülkelerine dönmüşlerdi. Kısa sürede her yerde yankılanan isimleri yine kısa sürede güçsüzleşerek artık duyulmamaya başlamıştı. Ve son çöküşü yaşayan Yamapi ajanstan kovulmuş üstelik ağır bir tazminata mahkum edilmişti. Tazminatı ödeyebilmek için her şeyini satmış, içkiyle avunmaya başlamıştı.
Bütün bunlara sebep olan Scare ve Yamapi'nin aşkı ise hala bitmemişti. İlk zamanlardaki kadar olmasa da hala gazetelerde, dergilerde haberleri çıkıyor, hala izleniyorlardı. Scare ülkesine dönmek için aldığı sayısız uçak biletinin bir tanesini bile kullanmamış, Yamapi'nin "Sana ihtiyacım var..." isteğini bir kez olsun geri çevirememişti. Yamapi gün geçtikçe alkol sınırını artırıyor, evden hiç çıkmıyordu. Scare ise ona yardım etmek için hiçbir yol bulamıyordu, bütün olanlar için kendini suçlasa da ondan uzaklaşamıyordu.
Günler geçtikçe Scare bu yaşadıkları şeyin aşktan başka bir şey olduğunu daha iyi anlıyordu. Arkadaşlarının hala onu ikna etmeye çalışan, vazgeç artık diyen telefonlarına artık bakmıyordu. Gitmek istiyordu ama bir şey ona engel oluyor, gidemiyordu...
Gün ışığının rahatsız edici aydınlığının yüzüne vurmasıyla gözlerini açan Scare Yamapi'nin yanında olmadığını farkedip saate baktı; saat on bir olmuştu. Geceden kalma bir baş ağrısıyla sendeleyerek mutfağa doğru yürüdü, mutfak masasında bir not duruyordu: "Seni kimsenin üzemeyeceği, hiç ayrılmayacağımız bir yer biliyorum. Valizini topla..."
Gülümseyerek notu masanın üzerine bıraktı, dolaptan bir tane seltzer alıp elindeki suya attı, solana doğru yürüdü. Açık olan tv nin karşısına oturup boş gözlerle bakmaya başladı. Bir süre sonra ilacın etkisiyle kendine gelip giyinmek ve valizini toplamak için odasına yöneldiği sırada tv den yükselen son dakika haberiyle olduğu yerde kaldı...
"....Yamashita Tomohisa arabasıyla uçuruma yuvarlandığı sırada...."
Saatlerdir oturduğu kanepeden aniden kalkarak savrulan perdeyi iyice açtı. Kafasını pencereden çıkarıp gökyüzüne baktı: "Bir tane bile yıldız yok!"
Kaç gecedir bir tane bile yıldız yoktu gökyüzünde, oysa günler boğulacak kadar sıcak geçiyordu. Elinde kalan izmariti pencereden atıp son bir kez daha gökyüzüne baktı ve perdeyi kapattı.
Odanın bir duvarını tamamen kaplayan büyük kitaplığa doğru yürüyüp ellerini tozlu raflarda gezdirdi. Bir kitabın üzerinde durdu, kitabı eline alıp üzerine sinen tozu gömleğiyle temizledi. Özenle kapağını açtığı kitabın ilk sayfasındaki yazıya baktı:
"Hayat bazen tesadüflerle doludur, biz birbirimizi tesadüfen bulduk ve bu tesadüften yeni hayatlar yarattık. Bu yeni hayatlar yaratıcılarından bütün kahramanlarına ve Asya'ya armağandır."
Yazıyı okurken dolan gözlerini yazının hemen altına çevirdi:
Creators: Mikushi, Churchillll, Scarecrow
Yüzüne yayılan gözyaşlarını gömleğinin koluyla silmeye çalışırken gülümseyerek kafasını salladı. Kitabı aldığı yere bırakmadan bir süre kapağındaki büyük yazıya baktı:
Door of Love
Kitabı yerine bırakıp yatak odasına yöneldi, okyanusa bakan pencereden süzülen ay ışığı odayı masmavi aydınlatıyordu, Şehrin en güzel mevsimiydi, etraf kiraz ağacının beyaz, pembe renklerine bürünmüştü.
İki yıl önce bu şehre ilk ayak bastığında tamamen büyülenmiş ve bu evi o heyecanla almıştı. Ama artık anlamını kaybediyor, yabancılaşıyordu.
Yayın şirketi kitabın basılmasından iki ay kadar sonra yazarların kahramanlarıyla buluşmasını sağlamıştı. Bu buluşmanın Japonya ayağında onunla tanışmıştı. Kafasında ve kitabında varolan her şeyin aksine ilk gördüğü anda ona aşık olmuştu.
Japonya grubuyla yapılan üç günlük etkinlik süresince bir dakika olsun gözlerini ondan ayırmamıştı. Her fırsatta onu uyaran ve sert bakışlar atan arkadaşlarına bir şey olmadığını anlatıyor ama içinde olanlara o da anlam veremiyordu.
Üçüncü ve en yorucu günün ardından odalarına dönmüşlerdi.
"Scar, ne oluyor anlat!" diye kolundan tutan Miku endişeli bir yüz ifadesi ve meraklı gözlerle ona bakıyordu. Tam karşısında aceleyle bir sigara yakan Chill gözlerini ona dikmiş cevabını bekliyordu.
Kolunu çekerek gidip koltuğa oturdu, olabildiğince sakin bir tavırla "Bir şey olmuyor" dedi.
"Saçmalama Scar, adama aşık falan olmadın değil mi?" diye yanına yaklaşan Miku, hem sorusuna cevap alamamış hem de gayet net bir şekilde sorusu cevaplanmıştı.
Endişeyle birbirlerine bakan Miku ve Chill sabaha kadar çeşitli cümlelerle Scare'ı uyarmaya çalışmış ama bütün çabaları cevapsız kalmıştı. Paniklemişlerdi ve haklılardı. Yeni ünlü olmuşlardı, herkes onları konuşuyordu ve bu durum sandıklarından daha zordu. Hayran oldukları adamlara yaklaşmamaları önemle rica olunmuş, bir nevi tehdit edilmişlerdi. Kore ayağını atlattıklarında ne Hyun'a ne de JunKi'ye yaklaşmamaya özen göstermişlerdi. Japonya'da ise şartlar çok daha ağırdı, çünkü Matsu'nun Yamapi'nin bağlı olduğu ajans sponsorlarıydı. Aylarca sponsor aramışlar ve bir tek bu ajanstan süpriz bir şekilde destek görmüşlerdi. Önceden bildikleri ve sonradan öğrendikleri en açık şey ise ajansın ağır şartlarıydı; böyle bir durumda ajans bütün desteğini çekebilirdi. Ve bu başlamadan biten bir kariyer demekti.
Sabaha kadar Miku ve Chill'in bütün konuşmalarını tek kelime etmeden dinleyen Scare'ın gözlerindeki kararlılık bir an olsun değişmemişti. Miku ve Chill'in bu kadar paniklemesine sebep olan şeyin bu hislerin karşılıklı olması olduğunu biliyordu Scare, ama arkadaşlarının aksine bu onu endişelendirmiyor, daha da cesaretlendiriyor, heyecanlandırıyordu.
Sabahın erken saatlerinde çalan telefonun sesiyle irkilerek bir saat kadar önce kapattığı gözlerini zorlukla açan Miku, Scare'ın banyoda olduğunu farkedip telefona uzandı. Kısa bir konuşmanın ardından yüzü asılan Miku sinirle balkona çıktı. Merakla ona bakan Chill peşinden balkona çıkıp gözlerini Miku'ya dikti.
"Biliyordum böyle olacağını, şimdi ne yapacağız Chill?"
"Sakin ol, onun aradığını Scare'a söyleme.." derken balkon kapısında onlara bakan Scare'ı farkettiler. Scare hızla odaya dönüp üzerini giyinmeye başladı. Miku ve Chill'in bütün konuşmalarını hatta bağırmalarını duymazlıktan gelerek çantasını alıp odadan çıktı.
Bu çıkış bütün hayatlarını bambaşka bir noktaya sürükleyen her şeyin başlangıcıydı.
Scare ve Yamapi çok hızlı ve en tutkulu haliyle aşklarını yaşarken Miku ve Chill'e düşen bunu olabildiğince gizli tutmaya çalışmaktı, ama bu imkansızdı, çünkü ikisi de gittikleri her yerde tanınıyorlar ve dikkat çekiyorlardı.
Çok geçmeden ajansın durumu öğrenmesiyle aynı gün sponsorluk sözleşmesini feshetmesi ve ardından gazelerde, tv lerde boy boy resimlerinin, görüntülerinin yayınlanması, bütün sponsorlardan uyarı almaları, onlar için çöküş demekti.
İki gün sonra acilen Kore'ye dönmeleri ve işleriyle ilgilenmeleri, belki de son bir umut için savaşmaları gerekiyordu. Miku ve Chill geç saatlere kadar Scare'ın dönmesini beklemişlerdi. Scare geldiğinde onunla son bir konuşma yaptılar ve hemen gitmeleri gerektiğini anlattılar.
"Gelmiyorum!"
Bu kadar olaydan sonra bile bir kez olsun Scare'ı suçlamamış, onu anlamaya çalışmışlardı ama Scare'ın kesin ve net cevabıyla deliye dönmüşlerdi. Yine de onu ikna etmeye çalışmışlardı. Çabalarının boşuna olduğunu farkeden Chill, Miku'ya valizini hazırlamasını söylemişti. Kapıdan çıkmak üzerelerken Miku, dakikalardır kıpırdamadan olduğu yerden onları izleyen Scare'a döndü:
"Umarım değer, kaybettiğin her şeye!" demiş ve hızla kapıyı kapatıp uzaklaşmıştı.
Scare günlerdir kendiyle verdiği savaşın yorgunluğuyla kendini yatağına bırakmış ve sessizce gözlerinden akan yaşların ıslattığı yastığına sarılmıştı. Bu kısacık zaman içinde en az beş kere Yamapi'yle bir daha görüşmeme kararı almış ama her defasında onun sesini duyduğu ilk anda vazgeçmişti. İlk defa kendini bu kadar çaresiz hissediyordu. Hem kendinin hem arkadaşlarının hem de Yamapi'nin hayatını tehlikeye attığını biliyor ama kendine engel olamıyordu.
Tehlikeye attığı hayatlardan ilk çöküş kendininki olmuştu. Bütün sözleşmeleri feshedilmiş, kitabın basımı durmuştu. İkinci çöküş Miku ve Chill içindi, ne kadar uğraştılarsa da basımın durdurulmasını engelleyememişler ve geldikleri gibi bomboş ülkelerine dönmüşlerdi. Kısa sürede her yerde yankılanan isimleri yine kısa sürede güçsüzleşerek artık duyulmamaya başlamıştı. Ve son çöküşü yaşayan Yamapi ajanstan kovulmuş üstelik ağır bir tazminata mahkum edilmişti. Tazminatı ödeyebilmek için her şeyini satmış, içkiyle avunmaya başlamıştı.
Bütün bunlara sebep olan Scare ve Yamapi'nin aşkı ise hala bitmemişti. İlk zamanlardaki kadar olmasa da hala gazetelerde, dergilerde haberleri çıkıyor, hala izleniyorlardı. Scare ülkesine dönmek için aldığı sayısız uçak biletinin bir tanesini bile kullanmamış, Yamapi'nin "Sana ihtiyacım var..." isteğini bir kez olsun geri çevirememişti. Yamapi gün geçtikçe alkol sınırını artırıyor, evden hiç çıkmıyordu. Scare ise ona yardım etmek için hiçbir yol bulamıyordu, bütün olanlar için kendini suçlasa da ondan uzaklaşamıyordu.
Günler geçtikçe Scare bu yaşadıkları şeyin aşktan başka bir şey olduğunu daha iyi anlıyordu. Arkadaşlarının hala onu ikna etmeye çalışan, vazgeç artık diyen telefonlarına artık bakmıyordu. Gitmek istiyordu ama bir şey ona engel oluyor, gidemiyordu...
Gün ışığının rahatsız edici aydınlığının yüzüne vurmasıyla gözlerini açan Scare Yamapi'nin yanında olmadığını farkedip saate baktı; saat on bir olmuştu. Geceden kalma bir baş ağrısıyla sendeleyerek mutfağa doğru yürüdü, mutfak masasında bir not duruyordu: "Seni kimsenin üzemeyeceği, hiç ayrılmayacağımız bir yer biliyorum. Valizini topla..."
Gülümseyerek notu masanın üzerine bıraktı, dolaptan bir tane seltzer alıp elindeki suya attı, solana doğru yürüdü. Açık olan tv nin karşısına oturup boş gözlerle bakmaya başladı. Bir süre sonra ilacın etkisiyle kendine gelip giyinmek ve valizini toplamak için odasına yöneldiği sırada tv den yükselen son dakika haberiyle olduğu yerde kaldı...
"....Yamashita Tomohisa arabasıyla uçuruma yuvarlandığı sırada...."
Saplantı II
Dakikalardır gözlerini ayırmadan bilgisayarın ekranına bakıyor ve gözlerinden süzülen yaşlara engel olamıyordu. İki ay önce şifresini kaybettiği mail hesabını nihayet açmayı başarmıştı. Gelen kutusunda gezinip önemli bir mail var mı diye bakınırken onun ismini görmüştü, bir süre açıp açmamakta kararsız kalmış ve son konuşmalarını hatırlamıştı..
"Yeni resimlerimizi gönderdim sana, mutlaka görmelisin. O kadar eğlendik ki, keşke sen de olsaydın."
Sonra dayanamayıp maili açtı, gözleri mutluluktan parlayan arkadaşının gülen yüzünü görünce ağlamaya başladı ve dakikalardır öylece ağlıyordu.
Üç ay önce işleri dolayısıyla mecburen başka bir ülkeye yerleşmişti. Çocukluğundan beri en yakın hatta tek arkadaşı olan Beyza'yı gözyaşları içinde havaalanında bırakmıştı. On beş yıldır ilk defa ayrılıyorlardı, ama işlerini yoluna koyabilmesi için buna mecburdu. Bir süreliğine bu ayrılığa dayanacaklarına söz vermişlerdi ve tekrar biraraya gelecekleri günü sabırsızlıkla bekliyorlardı.
Ama iki ay önce aldığı haberle büyük bir şok geçirdi. Bir daha onu göremeyecekti, bir daha asla bir araya gelemeyeceklerdi, Beyza artık yoktu.
Haberi alır almaz, geri döndü. Ama yapabileceği hiçbir şey yoktu, Beyza'nın soğuk solgun yüzüne son bir kez dokunabildi. Aynı gün hemen o şehri terketti. Bir daha asla oraya adım atamayacağını düşünürken, nefretle buna sebep olanların cezasını çekmesi gerektiğini sayıklıyordu.
Anlatılanlar onu delirtmeye yetmişti. Onun gözünde ve tabi diğer herkesin gözünde Jang ve Beyza eşsiz bir çiftlerdi. Onların aşkına geçen yıllar bile engel olamamıştı. Ama o kız her şeyi mahvetmişti. Beyza'nın her şeyden çok sevdiği aşkını elinden almış ve onu çaresiz, umutsuz bırakmıştı.
Bir yandan bütün bunlar kafasından geçiyor bir yandan da hala o resme bakıp ağlıyordu. "Aptalsın sen, beni bırakıp nasıl gidebildin. Değer miydi?" diye bağırıyordu.
İki aydır kendini evine kapatmış, hiç kimseyle konuşmadan, hiçbir şey yapmadan öylece yaşıyordu. Günlerce "ne yapmalıyım" diye düşündü durdu, sonrasında çaresizce yapılacak bir şey olmadığını, hiçbir şeyin bu acıyı dindiremeyeceğini farketti.
Sabah patronundan gelen "Artık işe dön yoksa her şey bitecek" uyarısını dikkate almaya karar verdi. Ertesi sabah hazırlanıp işe gitti. Hiçbir şey değişmemişti, hayat aynıydı, insanlar aynıydı, şehir aynıydı...
Şirketi yeni bir girişim yapıyordu ve yeni elemanlar almıştı. Sorumlu kişi olarak elemanları incelemesini istedi patronu. Listeyi eline aldı, hızla göz attı, masaya bıraktı. Tam arkasını dönüp giderken geri geldi, listeyi tekrar eline aldı ve bir isme odaklandı. Ardından titreyen elleri ve dolmuş kıpkırmızı gözleriyle odasına koştu. Listeyi hala elinde tutuyordu ve aynı isme bakıyordu "Netricia"...
İşte her şeyi mahveden, hayattaki tek dayanağını elinden alan kişi... Demek hayatına öylece devam edebiliyor, mutlu olabiliyor, çalışabiliyor, gülebiliyor, eğlenebiliyordu...
Bütün gün kafasından geçen binlerce düşünceyle savaşmıştı. Akşam olduğunda eve gitmek için şirketten ayrıldı, hava yeni kararıyordu, insanlar sokakları kaplamıştı, binlerce insan oraya buraya koşturuyor, gülüyor, konuşuyor, yaşamın keyfini çıkarıyorlardı.
Eve geldi, sanki bütün gün koşturmuş gibi yorgun hissediyordu. Işıkları yakmadan ayakkabılarını çıkarıp kendini sokak ışığıyla aydınlanmış salona sürükledi ve koltuğa oturdu. Kafasını koltuğun başına yaslayıp yüzünü tavana çevirdi. Karanlığın etkisiyle büyüyen gözbebekleri sokak lambasının ışığı gibi titriyordu. Birkaç dakika sonra gözbebeklerindeki titremenin yerini gözyaşları aldı. "Daha ne zamana kadar böyle umutsuzca ağlayacaksın" dedi bir ses. Ürkerek kafasını kaldırıp etrafa bakındı, kimse yoktu. Belki de kendi sesinden ürkmüştü...
Bir saat kadar sonra kendini toparlayıp yatağına gitti, evin ışıkları hala sönüktü, kendini yatağına bıraktı...
Ertesi sabah yeni elemanlarla birebir toplantı yapacaktı, kendine söz vermişti soğukkanlı davranacak ve tüm bu yaşadıklarını ona ödetecekti.
Elemanlar sırayla odasına geliyor yeni proje için çalışmalarını anlatıyor ve fikirlerini anlatıyorlardı. Sıra ona gelmişti, içinde bir titreme oldu, ama hemen silkelenip kendini toparladı. Kapıdan giren uzun boylu, zayıf kız ona döndü, güzel görünmesine rağmen soğuk ilgisiz bir tavrı vardı. Gülümsemiyor, ama dikkatle gözlerine bakıyordu, ona doğru uzatılan ele baktı..
"Merhaba, ben Netricia"
"Merhaba, ben de bölüm şefiniz, Suflör"
Netricia işle ilgili bir şeyler anlatırken Suflör kafasındaki düşünceleri durdurmaya çalışıyordu. Aklından öyle şeyler geçiyordu ki Netricia'nın söylediklerini duymuyordu bile. Onu kolundan tutup camdan atmayı bile düşünmüştü.
Dinlenilmediğini farkeden Netricia konuşmayı aniden kesti..
"İsterseniz daha sonra görüşelim"
Dikkatle kendine bakan Netricia ile gözgöze geldi..
"İyi olur, şu an odaklanamıyorum" dedi ve ayağa kalkıp pencereye doğru yürüdü. Netricia ilgisiz gözlerle onu izledikten sonra kalkıp sessizce odadan çıktı. Yine düşüncelere boğulmuştu, aslında karşısında tutkulu, çekici, ihtiraslı ve yalancı bir kadın bekliyordu. Ama Netricia bunların hiçbiriyle örtüşmüyordu. Yine de suçluydu ve cezasını çekmeliydi.
Günler hızla geçiyor Suflör düşmanını tanımak için onunla yakınlaşıyordu. Netricia'nın her anı her tepkisi ilk günki gibi soğuk ve ilgisiz oluyordu. Suflör yine de pes etmeden onun zayıf bir noktasını arıyordu.
Günler sonra mesai bitiminde Suflör iş yerinden çıkmış hızlı adımlarla evine gitmeye çalışıyordu. İnsanlara öylesine bakıyor ama aslında baktığını görmüyor gibiydi. O kalabalığın arasında tanıdık bir yüz gördüğünü farketti, olduğu yerde arkasına döndü, evet bu yüzü tanıyordu bu düşmanının yüzüydü ve ilk defa gülümsüyordu. Merakla o yöne doğru yürümeye başladı, oldukça kalabalıktı, insanların arasından zorlanarak yürüyor ve Netricia'ya bakıyordu. Hala gülümseyen yüzüyle ne kadar masum ne kadar çocuksu görünüyordu. Bu görüntü onu daha da meraklandırdı, iyice yaklaştığında birinin elini tuttuğu farketti, uzun boylu çelimsiz bir adam duruyordu yanında. Birlikte elele yürüyor ve bir şeyler konuşuyorlardı. Suflör olduğu yerde durdu, zafer kazanmış gibi keskin gözlerle onlara bakıp gülümsedi. Kalabalık durmadan hareket ederken onun için sanki dünya durmuştu. "Demek senin de zayıf noktan varmış" dedi ve kararlı adımlarla onlara doğru yürüdü.
"Netricia, merhaba"
Netricia önce şaşırdı sonra gülümseyerek "Merhaba" dedi. Suflör gözlerini hemen yanındaki adama çevirdi ve onu baştan aşağı süzdü. Netricia yanındaki adamı göstererek "Erkek arkadaşım Shun" dedi. Suflör hemen elini uzattı"Memnun oldum" diye gülümsedi. Kısa bir konuşmadan sonra herkes kendi yoluna devam etti. Suflör eve doğru giderken mutluluğu yüzünden okunuyordu. Karar vermişti Beyza'nın yaşadığı acıyı ona da yaşatacaktı.
Onların hayatına dahil olmak için kolları sıvayan Suflör, Netricia'nın ilgisiz tavırlarını kendi samimiyetiyle aşmaya çalışıyor, oldukça zorlanmasına rağmen pes etmiyordu. Ve çok geçmeden birkaç ay içinde bunu başarmıştı, Netricia'nın kilidini kırabilmişti. Birgün onları evine davet etti, başka bir gün beraber yemeğe çıktılar, sonra başka bir gün eğlenmeye gittiler. Başka bir gün bir tekneyle denize açıldılar...
Suflör'ün insana güven veren tavırları, samimi gülümsemesi ve içten sözleri Netricia ve Shun'un kalbini kazanmasını sağlamıştı, çok yakın arkadaş olmuşlar ve durumdan keyif alıyorlardı. Yeni yeni farkettikleri bir yönü daha vardı Suflör'ün; Suflör oldukça çekici biriydi. Ama ikisi de bunun kendilerine doğrultulmuş bir silah olduğunu farketmediler.
Suflör'ün onlara bakışıysa hep aynıydı, Netricia düşmandı Shun ise düşmanı yenmesini sağlayacak silahı. Suflör Netricia'nın Shun'a olan aşkından emin olunca artık tek yapması gerekenin Shun'u elde etmek olduğuna karar verdi. Bu işin en kolayıydı, çünkü o da bir erkekti. Tutkulu bir kıyafet, biraz alkol ve şefkatle tuzağa düşmeyecek bir erkek yoktu!
Ve Suflör Netricia'nın işten geç çıkacağı ve daha sonra onlara katılacağı bir gün Shun üzerinde de bu formülün işe yaradığını kanıtladı...
Formülün geçerliliğini kanıtlayıp keyifle silah olarak kullandığı adamın yanında uzanan Suflör odaya yaklaşan ayak seslerini gülümseyerek dinliyordu.
Netricia kapıyı hafifçe itekledi, önce yerdeki kıyafetleri sonra da yatakta sızan Shun'u ve yanında ona bakarak gülümseyen Suflör'ü gördü...
"Yeni resimlerimizi gönderdim sana, mutlaka görmelisin. O kadar eğlendik ki, keşke sen de olsaydın."
Sonra dayanamayıp maili açtı, gözleri mutluluktan parlayan arkadaşının gülen yüzünü görünce ağlamaya başladı ve dakikalardır öylece ağlıyordu.
Üç ay önce işleri dolayısıyla mecburen başka bir ülkeye yerleşmişti. Çocukluğundan beri en yakın hatta tek arkadaşı olan Beyza'yı gözyaşları içinde havaalanında bırakmıştı. On beş yıldır ilk defa ayrılıyorlardı, ama işlerini yoluna koyabilmesi için buna mecburdu. Bir süreliğine bu ayrılığa dayanacaklarına söz vermişlerdi ve tekrar biraraya gelecekleri günü sabırsızlıkla bekliyorlardı.
Ama iki ay önce aldığı haberle büyük bir şok geçirdi. Bir daha onu göremeyecekti, bir daha asla bir araya gelemeyeceklerdi, Beyza artık yoktu.
Haberi alır almaz, geri döndü. Ama yapabileceği hiçbir şey yoktu, Beyza'nın soğuk solgun yüzüne son bir kez dokunabildi. Aynı gün hemen o şehri terketti. Bir daha asla oraya adım atamayacağını düşünürken, nefretle buna sebep olanların cezasını çekmesi gerektiğini sayıklıyordu.
Anlatılanlar onu delirtmeye yetmişti. Onun gözünde ve tabi diğer herkesin gözünde Jang ve Beyza eşsiz bir çiftlerdi. Onların aşkına geçen yıllar bile engel olamamıştı. Ama o kız her şeyi mahvetmişti. Beyza'nın her şeyden çok sevdiği aşkını elinden almış ve onu çaresiz, umutsuz bırakmıştı.
Bir yandan bütün bunlar kafasından geçiyor bir yandan da hala o resme bakıp ağlıyordu. "Aptalsın sen, beni bırakıp nasıl gidebildin. Değer miydi?" diye bağırıyordu.
İki aydır kendini evine kapatmış, hiç kimseyle konuşmadan, hiçbir şey yapmadan öylece yaşıyordu. Günlerce "ne yapmalıyım" diye düşündü durdu, sonrasında çaresizce yapılacak bir şey olmadığını, hiçbir şeyin bu acıyı dindiremeyeceğini farketti.
Sabah patronundan gelen "Artık işe dön yoksa her şey bitecek" uyarısını dikkate almaya karar verdi. Ertesi sabah hazırlanıp işe gitti. Hiçbir şey değişmemişti, hayat aynıydı, insanlar aynıydı, şehir aynıydı...
Şirketi yeni bir girişim yapıyordu ve yeni elemanlar almıştı. Sorumlu kişi olarak elemanları incelemesini istedi patronu. Listeyi eline aldı, hızla göz attı, masaya bıraktı. Tam arkasını dönüp giderken geri geldi, listeyi tekrar eline aldı ve bir isme odaklandı. Ardından titreyen elleri ve dolmuş kıpkırmızı gözleriyle odasına koştu. Listeyi hala elinde tutuyordu ve aynı isme bakıyordu "Netricia"...
İşte her şeyi mahveden, hayattaki tek dayanağını elinden alan kişi... Demek hayatına öylece devam edebiliyor, mutlu olabiliyor, çalışabiliyor, gülebiliyor, eğlenebiliyordu...
Bütün gün kafasından geçen binlerce düşünceyle savaşmıştı. Akşam olduğunda eve gitmek için şirketten ayrıldı, hava yeni kararıyordu, insanlar sokakları kaplamıştı, binlerce insan oraya buraya koşturuyor, gülüyor, konuşuyor, yaşamın keyfini çıkarıyorlardı.
Eve geldi, sanki bütün gün koşturmuş gibi yorgun hissediyordu. Işıkları yakmadan ayakkabılarını çıkarıp kendini sokak ışığıyla aydınlanmış salona sürükledi ve koltuğa oturdu. Kafasını koltuğun başına yaslayıp yüzünü tavana çevirdi. Karanlığın etkisiyle büyüyen gözbebekleri sokak lambasının ışığı gibi titriyordu. Birkaç dakika sonra gözbebeklerindeki titremenin yerini gözyaşları aldı. "Daha ne zamana kadar böyle umutsuzca ağlayacaksın" dedi bir ses. Ürkerek kafasını kaldırıp etrafa bakındı, kimse yoktu. Belki de kendi sesinden ürkmüştü...
Bir saat kadar sonra kendini toparlayıp yatağına gitti, evin ışıkları hala sönüktü, kendini yatağına bıraktı...
Ertesi sabah yeni elemanlarla birebir toplantı yapacaktı, kendine söz vermişti soğukkanlı davranacak ve tüm bu yaşadıklarını ona ödetecekti.
Elemanlar sırayla odasına geliyor yeni proje için çalışmalarını anlatıyor ve fikirlerini anlatıyorlardı. Sıra ona gelmişti, içinde bir titreme oldu, ama hemen silkelenip kendini toparladı. Kapıdan giren uzun boylu, zayıf kız ona döndü, güzel görünmesine rağmen soğuk ilgisiz bir tavrı vardı. Gülümsemiyor, ama dikkatle gözlerine bakıyordu, ona doğru uzatılan ele baktı..
"Merhaba, ben Netricia"
"Merhaba, ben de bölüm şefiniz, Suflör"
Netricia işle ilgili bir şeyler anlatırken Suflör kafasındaki düşünceleri durdurmaya çalışıyordu. Aklından öyle şeyler geçiyordu ki Netricia'nın söylediklerini duymuyordu bile. Onu kolundan tutup camdan atmayı bile düşünmüştü.
Dinlenilmediğini farkeden Netricia konuşmayı aniden kesti..
"İsterseniz daha sonra görüşelim"
Dikkatle kendine bakan Netricia ile gözgöze geldi..
"İyi olur, şu an odaklanamıyorum" dedi ve ayağa kalkıp pencereye doğru yürüdü. Netricia ilgisiz gözlerle onu izledikten sonra kalkıp sessizce odadan çıktı. Yine düşüncelere boğulmuştu, aslında karşısında tutkulu, çekici, ihtiraslı ve yalancı bir kadın bekliyordu. Ama Netricia bunların hiçbiriyle örtüşmüyordu. Yine de suçluydu ve cezasını çekmeliydi.
Günler hızla geçiyor Suflör düşmanını tanımak için onunla yakınlaşıyordu. Netricia'nın her anı her tepkisi ilk günki gibi soğuk ve ilgisiz oluyordu. Suflör yine de pes etmeden onun zayıf bir noktasını arıyordu.
Günler sonra mesai bitiminde Suflör iş yerinden çıkmış hızlı adımlarla evine gitmeye çalışıyordu. İnsanlara öylesine bakıyor ama aslında baktığını görmüyor gibiydi. O kalabalığın arasında tanıdık bir yüz gördüğünü farketti, olduğu yerde arkasına döndü, evet bu yüzü tanıyordu bu düşmanının yüzüydü ve ilk defa gülümsüyordu. Merakla o yöne doğru yürümeye başladı, oldukça kalabalıktı, insanların arasından zorlanarak yürüyor ve Netricia'ya bakıyordu. Hala gülümseyen yüzüyle ne kadar masum ne kadar çocuksu görünüyordu. Bu görüntü onu daha da meraklandırdı, iyice yaklaştığında birinin elini tuttuğu farketti, uzun boylu çelimsiz bir adam duruyordu yanında. Birlikte elele yürüyor ve bir şeyler konuşuyorlardı. Suflör olduğu yerde durdu, zafer kazanmış gibi keskin gözlerle onlara bakıp gülümsedi. Kalabalık durmadan hareket ederken onun için sanki dünya durmuştu. "Demek senin de zayıf noktan varmış" dedi ve kararlı adımlarla onlara doğru yürüdü.
"Netricia, merhaba"
Netricia önce şaşırdı sonra gülümseyerek "Merhaba" dedi. Suflör gözlerini hemen yanındaki adama çevirdi ve onu baştan aşağı süzdü. Netricia yanındaki adamı göstererek "Erkek arkadaşım Shun" dedi. Suflör hemen elini uzattı"Memnun oldum" diye gülümsedi. Kısa bir konuşmadan sonra herkes kendi yoluna devam etti. Suflör eve doğru giderken mutluluğu yüzünden okunuyordu. Karar vermişti Beyza'nın yaşadığı acıyı ona da yaşatacaktı.
Onların hayatına dahil olmak için kolları sıvayan Suflör, Netricia'nın ilgisiz tavırlarını kendi samimiyetiyle aşmaya çalışıyor, oldukça zorlanmasına rağmen pes etmiyordu. Ve çok geçmeden birkaç ay içinde bunu başarmıştı, Netricia'nın kilidini kırabilmişti. Birgün onları evine davet etti, başka bir gün beraber yemeğe çıktılar, sonra başka bir gün eğlenmeye gittiler. Başka bir gün bir tekneyle denize açıldılar...
Suflör'ün insana güven veren tavırları, samimi gülümsemesi ve içten sözleri Netricia ve Shun'un kalbini kazanmasını sağlamıştı, çok yakın arkadaş olmuşlar ve durumdan keyif alıyorlardı. Yeni yeni farkettikleri bir yönü daha vardı Suflör'ün; Suflör oldukça çekici biriydi. Ama ikisi de bunun kendilerine doğrultulmuş bir silah olduğunu farketmediler.
Suflör'ün onlara bakışıysa hep aynıydı, Netricia düşmandı Shun ise düşmanı yenmesini sağlayacak silahı. Suflör Netricia'nın Shun'a olan aşkından emin olunca artık tek yapması gerekenin Shun'u elde etmek olduğuna karar verdi. Bu işin en kolayıydı, çünkü o da bir erkekti. Tutkulu bir kıyafet, biraz alkol ve şefkatle tuzağa düşmeyecek bir erkek yoktu!
Ve Suflör Netricia'nın işten geç çıkacağı ve daha sonra onlara katılacağı bir gün Shun üzerinde de bu formülün işe yaradığını kanıtladı...
Formülün geçerliliğini kanıtlayıp keyifle silah olarak kullandığı adamın yanında uzanan Suflör odaya yaklaşan ayak seslerini gülümseyerek dinliyordu.
Netricia kapıyı hafifçe itekledi, önce yerdeki kıyafetleri sonra da yatakta sızan Shun'u ve yanında ona bakarak gülümseyen Suflör'ü gördü...
Saplantı I
Sabahın erken saatleriydi, gün yeni ağarmaya başlamışken geceki tipi nedeniyle hiçbir şey görünmüyordu. Alarmın çalmasıyla yatakta huzursuzca döndükten sonra tek gözünü zorlukla açarak alarmı susturdu. Tekrar gözünü kapatıp yorganı kafasına kadar çekip yatağında huzursuzca dönmeye devam etti.
Birkaç dakika sonra isteksizce yataktan çıkıp neredeyse sürünerek banyoya gitti. Geceki tipinin etkisi yüzüne yansımıştı. Yüzü neredeyse tamamen kıpkırmızı olmuş ve soyulmaya başlamıştı. Mutsuz bir yüz ifadesiyle aynaya biraz daha yaklaşıp "Bir bu eksikti." dedi.
Üzerini çıkarıp kendini sıcak suyun altına attı, tam banyodan çıkarken kapısı çalındı. Bir an panikledikten sonra kapıya yaklaşarak "Kim o?" dedi. Kapı yavaşça aralandı; "Seni uyandırmak için gelmiştim ama çoktan kalkmışsın."
Jang'ın suratına bile bakmadan arkasını dönüp saçını kurulamaya devam etti, "Üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokmakta bir numarasın. Senin yüzünden neredeyse bütün geceyi dışarıda geçirdim." diyerek Jang'a döndü. Jang kollarını birleştirmiş, kapıya yaslanmış ve umursamaz bir gülümseyişle ona bakıyordu. "Çok şık olmuşsun, işe böyle mi gideceksin?"
Netricia önce üzerindeki havluya sonra da Jang'a bakıp "Senin gibi iğrenç bir herifte ne bulduğunu anlamıyorum" diyerek Jang'a doğru yürüdü. Onu itekleyip kapıyı açtı "Çık dışarı!"
Jang hiçbir şey söylemeden aynı gülümseyişle Netricia'yı bir kez daha süzdükten sonra "Akşam görüşürüz" deyip odadan çıktı. Netricia sinirle kapıyı çarptı, komidinin üzerindeki paketten bir sigara alıp yaktı.
Geçen ay kirayı ödeyemediği için evden atılmış ve iş yerinden pek tanımadığı birinin evine taşınmak zorunda kalmıştı. Aslında Beyza iyi bir kızdı, orta düzeyde bir zekaya sahipti ve evinde boş bir odası vardı. Netricia için bu yeterliydi, gerisi umrunda bile değildi. Zaten Beyza gibi bir kızdan ne zarar gelebilir diye düşünerek taşınmayı kabul etmişti. Ama bütün sorun taşındıktan sonra başlamıştı.
Jang, Beyza'nın ölümüne aşık olduğu, zeka düzeyi bir kobay faresiyle denk olan, yapışkan, iğrenç bir herifti. Taşındığından beri Netricia'ya huzur vermemiş, her fırsatta ona askıntı olabilmeyi başarmış dengesiz adamın tekiydi. Netricia Beyza'ya durumu açıklamaya ve Jang'ın gerçek yüzünü göstermeye çalışmışsa da başarılı olamamıştı. Beyza'ya göre onun bir eşi daha yoktu ve o asla yanlış birşey yapmazdı. Beyza'nın Jang'a olan takıntısı Netricia'yı oldukça geriyordu. Beyza Jang olmadan nefes bile alamıyor gibiydi.
Netricia'nın öğrendiğine göre beş yıldır beraberlerdi ve bir kez ayrılmışlardı, ama ayrılık kısa sürmüştü. Çünkü Beyza ayrıldıkları gece oturdukları apartmanın çatısından atlayarak intihar girişiminde bulunmuştu. Bu Netricia için yeterince ürkütücüydü.
Olaylar böyle geliştiği için ve Netricia bu hikayeyi öğrendiği için onları kendi hallerine bırakmıştı. Ama Jang onu kendi haline bırakmaya pek niyetli değildi, üstelik Netricia'nın çıkıp gitmek için tek kuruşu yoktu.
Sigarasını bitirip üzerini giyindi, ayakkabısının teki elinde teki ayağında sekerek odadan çıktı. Mutfakta kahvesini yudumlayan Beyza'yla gözgöze geldi, hiçbir şey söylemeden hızla çıktı.
Dışarısı gerçekten soğuktu ve saçları hala ıslaktı, titreyerek bir sigara daha yaktı ve adımlarını sıklaştırarak yürümeye devam etti.
İş yerinde her şey yine oldukça sıradandı. Eski sevgilisi bütün banka hesabını boşaltıp kaçtığından beri herkes etrafta fılsıldaşıyor, ama yüzüne sahte gülücükler dağıtıyorlardı. Her ne kadar bu durum onun sinirini bozsa da şu an için çıkıp gitme lüksü yoktu.
Akşam olduğunda şehir yine tipi altında kalmıştı, göz gözü görmüyordu. Binanın kapısında durdu, montunun şapkasını kafasına geçirip bir sigara yaktı. Sonra kendini karın ve gecenin karanlığına bıraktı, insan selinin arasında yavaş yavaş gözden kayboldu.
Soğuktan kıpkırmızı olmuş elleriyle çantasını karıştırıp anahtarını buldu, evde bütün ışıklar kapalıydı. Evde kimde yok diye sevinip içeri girdi, açlıktan ölmek üzere olduğundan önce mutfağa girdi. Dolap bomboştu, masanın üzerinde bir not buldu "Haftasonu evde olmayacağız. Alışveriş yapamadım kusura bakma, bu arada kaloriferle ilgili de bir sorun var sanırım yanmıyo!!"
"Lanet olsun!" diyerek odasına gitti, kendini yatağa bıraktı. Açlıktan ve yorgunluktan birkaç dakika içinde sızmış olduğu yataktan birkaç saat sonra titreyerek kalktı. Bir süre ne yapacağını düşündü, sonra üzerini bile değiştirmeden, soluğu bu ara çok sık gittiği lokantada aldı.
Oldukça pis bir yerdi, ama ucuzdu ve güzel yemekleri vardı. Garsona siparişini verip ısıtıcının yakınındaki masaya oturdu. İçeride birkaç alkollü adamdan başka kimse yoktu, saat beş civarıydı. Yemeğini yiyip gün ağarana kadar oyalandı, saat sekiz gibi eve gitti.
Odasına girdiğinde Jang'la burun buruna geldi. "Ne işin var burada?"
"Seni özledim!"
"Pislik herif defol git!" diyerek Jang'ı itekledi.
Jang hiç aldırmadan ona yaklaştı, kolların tutup kendine çekti."Artık pes etmelisin diye düşünüyorum".
Netricia bütün çırpınışlarına rağmen kollarını kurtaramıyordu. Jang'ın onu bırakmaya hiç niyeti yoktu, bütün gücüyle Jang'ı itekledi ve birlikte yatağın üzerine düştüler. Kafasını kaldırmaya bile fırsat bulamadan Jang'ın bütün ağırlını üzerinde hissetti ve onu öpmesiyle irkildi.
Bu sırada açık kalan kapının önünde duran Beyza şaşkınlık içinde onlara bakıyordu "Jang.."
Beyza'nın sesiyle irkilen Jang, Netricia'nın darbesiyle yere düştü. Beyza ağlayarak, hiçbir şey söyleyemeden Netricia'ya bakıyordu. Jang ise olduğu yerde memnuniyetsiz bir ifadeyle kafasını yere eğmiş oturuyordu.
Netricia Beyza'nın ne tepki vereceğini, ne yapacağını kestiremiyor ve bu durumdan çok rahatsız oluyordu. Jang umursamaz bir tavırla olduğu yerden kalkıp Beyza'ya doğru yürüdü "Böyle öğrenmeni istemezdim"dedi ve Beyza'ya doğru elini uzattı.
Beyza onu itekleyip koşarak evden çıkarken, Netricia Jang'a dönüp "Neyi öğrenmesini istemezdin, seni pislik.."dedi.
Jang cevap vermeden yere bakıyordu, Netricia onu kapıya doğru itekledi, "Koşsana arkasından, birşey yapsana.."
Jang ağır adımlarla evden çıkarken "Yarın görüşürüz" demişti. Netricia sinirden çılgına dönmüş deli gibi etrafına bakınıp aceleyle kendini dışarı attı.
Gece geç saatlere kadar amaçsızca dolaşıp içtikten sonra, evin yakınlarındaki bir bankta sızmıştı. İçkinin etkisi geçip titremeye başladığında sabah olmuştu. Gözleri yarı açık şekilde etrafına bakınıp ayağa kalktı. Nereye gideceğini bilmeden bir süre etrafta gezindikten sonra bir dükkana girip yiyecek bir şeyler almaya karar verdi. Birkaç bisküvi aldıktan sonra kasaya yaklaştı, bir an gözü kasanın önünde dizilmiş olan gazetelere takıldı.
"26 Yaşındaki B.S. isimli genç kızın intihar ettiği sanılıyor!"
Birkaç dakika sonra isteksizce yataktan çıkıp neredeyse sürünerek banyoya gitti. Geceki tipinin etkisi yüzüne yansımıştı. Yüzü neredeyse tamamen kıpkırmızı olmuş ve soyulmaya başlamıştı. Mutsuz bir yüz ifadesiyle aynaya biraz daha yaklaşıp "Bir bu eksikti." dedi.
Üzerini çıkarıp kendini sıcak suyun altına attı, tam banyodan çıkarken kapısı çalındı. Bir an panikledikten sonra kapıya yaklaşarak "Kim o?" dedi. Kapı yavaşça aralandı; "Seni uyandırmak için gelmiştim ama çoktan kalkmışsın."
Jang'ın suratına bile bakmadan arkasını dönüp saçını kurulamaya devam etti, "Üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokmakta bir numarasın. Senin yüzünden neredeyse bütün geceyi dışarıda geçirdim." diyerek Jang'a döndü. Jang kollarını birleştirmiş, kapıya yaslanmış ve umursamaz bir gülümseyişle ona bakıyordu. "Çok şık olmuşsun, işe böyle mi gideceksin?"
Netricia önce üzerindeki havluya sonra da Jang'a bakıp "Senin gibi iğrenç bir herifte ne bulduğunu anlamıyorum" diyerek Jang'a doğru yürüdü. Onu itekleyip kapıyı açtı "Çık dışarı!"
Jang hiçbir şey söylemeden aynı gülümseyişle Netricia'yı bir kez daha süzdükten sonra "Akşam görüşürüz" deyip odadan çıktı. Netricia sinirle kapıyı çarptı, komidinin üzerindeki paketten bir sigara alıp yaktı.
Geçen ay kirayı ödeyemediği için evden atılmış ve iş yerinden pek tanımadığı birinin evine taşınmak zorunda kalmıştı. Aslında Beyza iyi bir kızdı, orta düzeyde bir zekaya sahipti ve evinde boş bir odası vardı. Netricia için bu yeterliydi, gerisi umrunda bile değildi. Zaten Beyza gibi bir kızdan ne zarar gelebilir diye düşünerek taşınmayı kabul etmişti. Ama bütün sorun taşındıktan sonra başlamıştı.
Jang, Beyza'nın ölümüne aşık olduğu, zeka düzeyi bir kobay faresiyle denk olan, yapışkan, iğrenç bir herifti. Taşındığından beri Netricia'ya huzur vermemiş, her fırsatta ona askıntı olabilmeyi başarmış dengesiz adamın tekiydi. Netricia Beyza'ya durumu açıklamaya ve Jang'ın gerçek yüzünü göstermeye çalışmışsa da başarılı olamamıştı. Beyza'ya göre onun bir eşi daha yoktu ve o asla yanlış birşey yapmazdı. Beyza'nın Jang'a olan takıntısı Netricia'yı oldukça geriyordu. Beyza Jang olmadan nefes bile alamıyor gibiydi.
Netricia'nın öğrendiğine göre beş yıldır beraberlerdi ve bir kez ayrılmışlardı, ama ayrılık kısa sürmüştü. Çünkü Beyza ayrıldıkları gece oturdukları apartmanın çatısından atlayarak intihar girişiminde bulunmuştu. Bu Netricia için yeterince ürkütücüydü.
Olaylar böyle geliştiği için ve Netricia bu hikayeyi öğrendiği için onları kendi hallerine bırakmıştı. Ama Jang onu kendi haline bırakmaya pek niyetli değildi, üstelik Netricia'nın çıkıp gitmek için tek kuruşu yoktu.
Sigarasını bitirip üzerini giyindi, ayakkabısının teki elinde teki ayağında sekerek odadan çıktı. Mutfakta kahvesini yudumlayan Beyza'yla gözgöze geldi, hiçbir şey söylemeden hızla çıktı.
Dışarısı gerçekten soğuktu ve saçları hala ıslaktı, titreyerek bir sigara daha yaktı ve adımlarını sıklaştırarak yürümeye devam etti.
İş yerinde her şey yine oldukça sıradandı. Eski sevgilisi bütün banka hesabını boşaltıp kaçtığından beri herkes etrafta fılsıldaşıyor, ama yüzüne sahte gülücükler dağıtıyorlardı. Her ne kadar bu durum onun sinirini bozsa da şu an için çıkıp gitme lüksü yoktu.
Akşam olduğunda şehir yine tipi altında kalmıştı, göz gözü görmüyordu. Binanın kapısında durdu, montunun şapkasını kafasına geçirip bir sigara yaktı. Sonra kendini karın ve gecenin karanlığına bıraktı, insan selinin arasında yavaş yavaş gözden kayboldu.
Soğuktan kıpkırmızı olmuş elleriyle çantasını karıştırıp anahtarını buldu, evde bütün ışıklar kapalıydı. Evde kimde yok diye sevinip içeri girdi, açlıktan ölmek üzere olduğundan önce mutfağa girdi. Dolap bomboştu, masanın üzerinde bir not buldu "Haftasonu evde olmayacağız. Alışveriş yapamadım kusura bakma, bu arada kaloriferle ilgili de bir sorun var sanırım yanmıyo!!"
"Lanet olsun!" diyerek odasına gitti, kendini yatağa bıraktı. Açlıktan ve yorgunluktan birkaç dakika içinde sızmış olduğu yataktan birkaç saat sonra titreyerek kalktı. Bir süre ne yapacağını düşündü, sonra üzerini bile değiştirmeden, soluğu bu ara çok sık gittiği lokantada aldı.
Oldukça pis bir yerdi, ama ucuzdu ve güzel yemekleri vardı. Garsona siparişini verip ısıtıcının yakınındaki masaya oturdu. İçeride birkaç alkollü adamdan başka kimse yoktu, saat beş civarıydı. Yemeğini yiyip gün ağarana kadar oyalandı, saat sekiz gibi eve gitti.
Odasına girdiğinde Jang'la burun buruna geldi. "Ne işin var burada?"
"Seni özledim!"
"Pislik herif defol git!" diyerek Jang'ı itekledi.
Jang hiç aldırmadan ona yaklaştı, kolların tutup kendine çekti."Artık pes etmelisin diye düşünüyorum".
Netricia bütün çırpınışlarına rağmen kollarını kurtaramıyordu. Jang'ın onu bırakmaya hiç niyeti yoktu, bütün gücüyle Jang'ı itekledi ve birlikte yatağın üzerine düştüler. Kafasını kaldırmaya bile fırsat bulamadan Jang'ın bütün ağırlını üzerinde hissetti ve onu öpmesiyle irkildi.
Bu sırada açık kalan kapının önünde duran Beyza şaşkınlık içinde onlara bakıyordu "Jang.."
Beyza'nın sesiyle irkilen Jang, Netricia'nın darbesiyle yere düştü. Beyza ağlayarak, hiçbir şey söyleyemeden Netricia'ya bakıyordu. Jang ise olduğu yerde memnuniyetsiz bir ifadeyle kafasını yere eğmiş oturuyordu.
Netricia Beyza'nın ne tepki vereceğini, ne yapacağını kestiremiyor ve bu durumdan çok rahatsız oluyordu. Jang umursamaz bir tavırla olduğu yerden kalkıp Beyza'ya doğru yürüdü "Böyle öğrenmeni istemezdim"dedi ve Beyza'ya doğru elini uzattı.
Beyza onu itekleyip koşarak evden çıkarken, Netricia Jang'a dönüp "Neyi öğrenmesini istemezdin, seni pislik.."dedi.
Jang cevap vermeden yere bakıyordu, Netricia onu kapıya doğru itekledi, "Koşsana arkasından, birşey yapsana.."
Jang ağır adımlarla evden çıkarken "Yarın görüşürüz" demişti. Netricia sinirden çılgına dönmüş deli gibi etrafına bakınıp aceleyle kendini dışarı attı.
Gece geç saatlere kadar amaçsızca dolaşıp içtikten sonra, evin yakınlarındaki bir bankta sızmıştı. İçkinin etkisi geçip titremeye başladığında sabah olmuştu. Gözleri yarı açık şekilde etrafına bakınıp ayağa kalktı. Nereye gideceğini bilmeden bir süre etrafta gezindikten sonra bir dükkana girip yiyecek bir şeyler almaya karar verdi. Birkaç bisküvi aldıktan sonra kasaya yaklaştı, bir an gözü kasanın önünde dizilmiş olan gazetelere takıldı.
"26 Yaşındaki B.S. isimli genç kızın intihar ettiği sanılıyor!"
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)